28 Ağustos 2010 Cumartesi

gelemeyen hafta



ilk üç hafta gayet güzel güzel yaşama alışmışken; bi anda dokuz ayın çarşambasının toplandığı o pazartesiden sonra, günler ışık hızıyla geçmeye başladı japonyada. hele ki biz 4ler için. her şey ara jüriyle başladı. indik elimizde maketler, çizimler sunum sınıfına. adımız yazılı olan panel ve masalara yerleştirdik projelerimizi. ilk olarak elimize sınıf listesinin olduğu bir kağıt verdiler ve sergi misali projeleri gezip yorum yazmamızı istediler. bir süre sonra başladı jüri. ön sıraya dizilmiş sandalyelerde hocalar, hemen arkalarında da öğrenciler yerlerini almışlardı. sınıf içerisinde tavanda hareket eden sürgülü dev panellere asılan projeler sunulmaya başlandı. aynı zamanda kamera eşliğinde maketinizin yansıması da bu dev panelin üst tarafında gösteriliyordu. istanbulda hocaların sandalyelerini sürüye sürüye devam ettirdikleri jürilerden sonra evet gerçekten enteresandı. japon dedik. yapıyor dedik. ingilizce konuşamıyor, anlamıyor amma yapıyor dedik. biz sunumlarımızı ingilizce yaptık, anlamadıkları için tabiki de murat hoca japoncaya çevirdi söylediklerimizi. artık öyle bi an gelmişti ki; ingilizceleri japoncaya, japoncaları türkçeye çevirmekten sistem kiltlendi ve benim jürimde bir anlığına benim ingilizce anlattıklarımı türkçeye çevirdi murat hoca. bi an noluyor dedik, amma hemen ctrl+z hızında japonca çevirmeye devam etti kendisi. jürilerimiz bittikten sonra hemen türk gecesi hazırlıklarına başladık. ben yurda gidip pilav yapacaktım. amma önce bi co-op'a uğradım tavuk bulyon almak için. evet varlığından şüpheliydim. sadece şansımı deneyecektim. ve ingilizce bilmeyen market görevlisi teyzeye, şu an sorsanız hatırlayamayacağım bir şekilde anlattım tavuk bulyonu. ve buldum. bulmanın verdiği gazla, ben bu pilava şehriye de koymalıyım, diyerek yeni maceralara yelken açtım. tabiki de şehriye yoktu. bulduğum çok ince spagetti makarnalardan alarak tel şehriye olarak kullanmaya karar verdim. o da yetmedi, haşlanmış nohut buldum, her ne kadar pakette on tane falan da olsa. yurda gittim ve tereyağlı, tel şehriyeli, tavuk sulu, nohutlu türk usulu pilavı yapıp bisikletime atlayıp okula yettim. bir yandan demleme çaylar, türk kahveleri; diğer yandan dolmalar, lokumlar japonlara ziyafet çektik. çok beğenmişlerdi yemekleri. bi de üstüne nerden öğrendilerse kahve falı baktırdılar bize. biz de uydurduk bi şeyler. bunun dışında onlar sordular biz anlattık yemekleri, türkiyeyi. okazaki hoca elinden çay bardağını düşürmedi ve bir kaç kere çayın nasıl demlendiğini sordu. okulun rektörü üzerinde istanbul t-shirtü ile, morimoto hoca ve biz türk kızlar başımızda yazmayla, sinem hoca ve japon kızlar yukatayla bulunduk etkinlik süresince. tam her şey bitmişti ki arkamızı bir döndük toplamışlar her şeyi. ne bir çöp, ne bir bulaşık hiç bir şey bırakmamışlar. yine şoklar içinde bıraktılar bizleri.

çarşamba günü yağan yağmura aldırmadan düştük nara yollarına, geyikleri görmeye. ben geyik derken bu kadarını beklemiyordum açıkçası. baya bildiğin onlarca geyik, her yerde hem de. yemyeşil bir alan içerisinde. yanınıza geliyorlar, kendilerini sevdiriyorlar, ve sizden bir şey bekliyorlar; gofret! oradaki dükkanlarda satılan gofretlerden aldık biz de verdik geyiklere. murat hoca önceden deneyimli olduğundan elinde gofreti sallaya sallaya 8-9 tanesini topladı peşine. ordan oraya geyiklerle koşturdu hayvancıkları. burada, dünyadaki en büyük ahşap yapı olan todaiji tapınağı ve içerisinde yine dünyadaki en büyük buddha heykeli bulunmakta. ne kadar büyük olabilir demeyin? görünce 'yüce buddhaaaaaa' diye kalakalıyorsunuz. içerdeki küçük şeytancıklar da cabası. ağaç kovuklarından oyularak yapılmış bu küçük şeytancıkların ayak baş parmağı benim yarım kadardı. öyle bir kovuk da nasıl bulunmuş hala düşünmekteyim. içerde bulunan başka bir ağaç sütununa geçmek gerekirse, kendisi yeniden doğuşu simgeleyecek biçimde alt kısmı oyulmuş. buradan geçebilirseniz günahlarınızdan sıyrılıp ana rahminden geçerken ki zorluğu tekrar yaşayarak yeniden doğuyorsunuz. bunu kim mi denedi aramızdan? tabi ki de evimizin küçüğü nazlı-san.

cumartesi günü son  okul gezimizi gerçekleştirmek üzere sabahın köründe hiroshima yollarına düştük. geçen gezilerin aksine daha sessizdi sanki bu defa otobüs. 5 saat süren yolculuğun ardından ilk önce miyajima ya geldik. japonların suyla iyi ilişkiler kurduğu ahşap iskelelerden oluşmuş yarı açık bir alan üzerinde, yer yer ayaklarınızı suya sokabileceğiniz bir yerdi burası. ve tabi ki de o hepinizin görseniz 'aa ben bunu biliyorum' diyebileceğiniz denizin ortasındaki kırmızı ahşap tarihi kapı.

1945 yılında ilk atam bombasının atıldığı hiroshimaya geldik. önce 1921 yılında sergi amaçlı yapılan, bomba atıldıktan sonra diğer yıkıntılara göre daha az zarar görmesiyle kaldırılmayan ve bir anıt haline getirilen atomic bomb dome a gittik. insnaın gerçekten tüylerini ürperten bir binaydı. 100-150 metre ilerdeki hiroshima barış parkına yürüdük. hiroshima barış müzesi de burada bulunmakta ancak kısıtlı zamandan dolayı içerisine giremeyip sadece dış çevresinde vakit geçirdik. yemyeşil alan, parkın içerisindeki su, çevredeki binalarla sanki atom bombası hiç patlamamış gibi etkileyici bir görüntüye sahipti hiroshima. bu arada birisi mi eksikti? sanki, sanki gözde yoktu. bi süre kimseye çaktırmadan elifle aradık, gözdeyi. ama yoktu. gerginlik, bekleyiş, korku, bir şey yapamama ve çaresizlik. kimse bir şey bilmiyor. murat hoca indi otobüsten, biz devam ettik dünya barışı için yapılan kiliseye doğru. vardığımızda gözde ve murat hoca oralardı. kubbenin orada kalmış gözde-san. ve yanegisawayı arayarak ulaşmış japonlara. neyse ki aramızdaydı. bu arada belirtmek gerekirse kısaca; japonyada gördüğüm en kötü binaydı church of world's peace. ne tasarım olarak ne de uygulama olarak pek olmamıştı sanki.

haftanın son günü ise tadao andonun sayamaike müzesine gittik. inanılmaz sıcak havadan bitmiş hallerde iken bir anda karşımızda beliriverdi brüt betondan bir kütle. içine girdiğimizde çöldeki vaha misali inanılmaz bir su ögesiyle karşılaştık. suya girmemek için zor tutuyorduk kendimizi. neyse ki şelale efektiyle korkuluk oluşturulan dış koridorlarda ellerimizi suya değdirebiliyorduk. ilerleyen dakikalarda müzenin terasını keşfettik. yeşillikler içine sanki biz uzanalım, dinlenelim diye ahşap bir platform tasarlanmıştı. uzunca bir süre uzandık burada, nazlısan da her zamanki gibi eskiz yaptı. son olarak elif dayanamayıp suya girdi. iyi ki de girmiş. böyle de keyifli bir yerdi burası.

şimdi düşündükçe ne kadar güzelmiş diyorum acısı ve tatlısıyla. keşke oralardayken zaman bulup yazabilseydim diğer haftaları da. gerçi taslakların üzerinden geçip şimdi yazmak da sanki hala oradaymışım gibi hissettiriyor. yazma konusunda ikilemler arasında kalarak, merak edenler için belirtmek gerekirse; evet kalan haftaları geç de olsa yazacağım. peki ben bunları yazarken diğerleri ne mi yapıyor olacak? ayşegül amerikaya vardı, gözde kıbrısta, gökçe bursada, irem ıspartada, elif hüseyinle bodrumda, sinem hoca izinde balıkesirde olabilir, büşra sanırım vandan döndü istanbulda, nazlı ve ben de istanbuldayız, murat hoca da izinde ve istanbuldaymış. baya dağılmış durumdayız kısacası. tekrar görüşmek üzere; sayanora.