24 Eylül 2010 Cuma

beşinci hafta: stres doruklarda.



proje dersi çıkışı; mukogawa üniversitesinin amerikan kültürü ve edebiyatı son sınıf öğrencilerinin akşam saat altıda başlayan sunumları için toplandık mimarlık fakültesi kantininde, sondan bi önceki pazartesi. önce hem latin harfleriyle hem de kanjiyle isimlerimizi yazdılar, sonra tek tek kendilerini tanıttılar bize. son sınıflardı amma ingilizceleri cidden çok kötüydü. bizim de çok iyi değildi zaten amma işte sonuç olarak anlıyorduk birbirimizi. bir sürü içecek ve abur cubur almışlardı japonyaya özgü. kağıt bardaklara isimlerimizi yazıp içeceklerimizi ikram ettiler. sonra gruplara ayrıldık. kendi kültürlerini öğretme hevesi içinde bizlere geleneksel mürekkeple yazı yazmayı öğrettiler. origamiden sepet, yıldız, kuş yaptırdılar. kendi çektikleri japonya fotoğraflarını gösterdiler. tam alışmıştık ki, hoop bitti, dediler. peki bakalım, dedik, bi anda toplayıverdiler etrafı. artık bu özelliklerine alışmıştık. döndük biz de yurdumuza.

cumartesi günü 3lerin, diğer çarşamba da biz 4lerin final projesi teslimi olduğu için proje açısından en yoğun haftamızdı. geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi çarşamba-cumartesi gezileri yapılmadı. okula gittik, maket yaptık, yurda döndük proje çizdik genel olarak. akşamları yemeklerimizi alıp nehir kıyısına giderek ödüllendirdik kendimizi, ya da proje aralarında mister donut a gidip en çikolatatlı olarak keşfettiğimiz donutu yiyerek. 

perşembe günü bi ara üniversite içerinde geçen yıl açılmış olan türk kültür merkezine gittik. türkiyeden fotoğraflarla doluydu duvarlar. nazar boncukları, türk kahvesi cezveleri, fincanları, sefer tasları, çiniler, seramikler sergileniyordu içeride. ilginçti. dünyanın bir ucunda çoğu türkiyeyi duymamışken böyle bir yer vardı bu üniversitede. murat hocanın japonlara türkiyeyi güzel tanıttığının bir yansıması olmalıydı. yoksa nerden kalkışırlardı, bu kadar saygı ve sevgi gösterirlerdi ki biz tanımadıkları türklere?

cuma günü gündemde 'basketball' vardı. 3lerin proje teslimi ertesi gün olduğundan katılmaları beklenmiyordu ancak bazılarının haberi bile yokmuş. sinem hoca nazlıyı görmüş koridorda, haydi basketballa, demiş. nazlı da; basketball mu, basketball ne demek, diye cevap verebilmiş. sinem hoca da kızcağızın başına proje vurdu sanıp azad etmiş kendisini, oysa haberi olmayan nazlıymış. sonradan efsaneleşti tabi nazlının bu soru kalıbı aramızda. neyse efendim biz 4lerden de ayşegül ve gökçe gitmişler. biz de unutmuşuz büşrayla. sonra bi ara japon kızlar geldi sınıfa. ayuşeguri-san, muratto-sensei diye kendi aralarında konuştular epey bi. akşam yurda gidince anladım neler olduğunu. meğersem murat hocayla ayşegül japonları yenme uğruna hırs yapıp topu kapmaya çalışırken murat hoca ayşegüle sağlamca bi çarpmış. biraz darbe alsa da iyi sayılırdı ayşegül. 

en stresli hafta sonumuza girmiştik. ben bütün gün yurttan çıkmadım, yalnız başıma bilgisayarımla çizim yaptım. herkes okuldaydı. 3lerin teslimi vardı. akşam geldiklerinde bi sorun olduğu belliydi. elle çizimi yerine bilgisayarda çizdikleri için yazıcıların gazabına uğramışlardı, ertesi gün tekrar teslim edeceklerdi projelerini. ancak bu pazar tadao andonun church of lightına gidecektik. iki hafta öncesinden alınmıştı randevu. gergin bekleyişler, toplanmalar, konuşmalar, stres, sinir, mutsuzluk, hayal kırıklığı içinde alındı karar: 4ler sinem hocayla gidiyor, 3ler murat hocayla okulda kalıyor. içimize sinmeye sinmeye çıktık yola. öncelikle her zaman bindiğimiz tren istasyonundan her zaman bindiğimiz yönde bindik trene. tam aktarma yapacakken bi teyze belirdi yanımızda. konuştu bizlerle japonca. anladık biz de çat pat. türk olduğumuzu duyunca şaşırdı, havaları sordu. sonra bu teyzenin başka bi teyze arkadaşı geldi. haydi bu tren dediler, bindik. bizim teyze arkadaş teyzeye bizden bahsetti. aaa, oo diye şaşırdı arkadaş teyze. teyze? teyze nerde? biz sanki yanlış yöne mi gidiyoruz? sorularılarıyla kalakaldık. evet, teyze bizi kandırmıştı. apar topar indik trenden. geri döndük. bu sefer genç bi adam takıldı bize. ben de oraya gidiyorum, dedi ingilizce. haydi o zaman, dedik. sonra bi anda bi süredir ingilizce konuşmakta olduğu sinem hocaya, can you speak english? diye sordu bu adam. hemen sayanora, diyerek uzaklaştık kendisinden. sonra bindik başka bi trene. kendi aramızda konuşuyorduk ki; spor giyimli, boynunda havlusu, gözlüklü, uzun boylu, japon olmayan bir adam; pardon siz nerelisiniz, diye sordu. türk, deyince, aa tamam ben almanyadayken türk arkadaşlarım vardı, oradan tanıdık geldi konuşmalarınız, dedi. çok fazla yerde kalmış dünya üzerinde, epey anlattı. japoncası gayet iyiydi. murat hocanın rehberliğini üstlenmişti. şans bu ya evi church of lightın oradaydı. ancak bilmiyordu kendisi. davet ettik, kırmadı, geldi bizlerle. neden bilmediğini biz de anlamıştık. çünkü o kitaplarda gördüğümüz kadar ihtişamlı değildi bu bina. çok minimal, kendi halindeydi. biraz vakit geçirdik, fotoğraf çektik, veda ettik andoya. bizi istasyona kadar bıraktı yeni rehberimiz. boş bir vaktimizde evine davet etti bizi, yemek yapacaktı bize. amma vaktimiz yoktu. son haftamızdı. en yoğun haftamızdı. isterdik kendisini bir kez daha görebilmeyi oysa. 

nishinomiyadaki son haftaya giriyorduk. haftaya projeler teslim edilmiş, okul bitmiş, tokyoya gitmiş olacaktık. sanki daha da alışmıştık buraya, kızlara, okula. çok hızlı geçiyordu zaman güneşin doğduğu ülkede. keşkeler duyulmaya başlamıştı artan özlemle beraber.