25 Nisan 2011 Pazartesi

17

enverle istiklal'deki kitapçılardan birine girdik. sanırım mephisto ya da d&r'dı. kutu oyunlarına baktık biraz ve o da ne? ne zamandır aradığımız catan vardı. hatta ingilizcesi ve farklı bir sürümüydü. 65 lira ödeyip aldım oyunu. akşam üstüydü. hava karanlıkla aydınlık arası, pusluydu. açtım poşetini oyunu, çıkartmaya başladım. amma bu oyun bizim oynadığımızdan baya farklı görünüyordu. dünya haritasının daha farklısı civilization'daki gibi bir yerleşim vardı. bölgelere ayrılmıştı ve her bölgenin içinde çeşitli kaynaklar ile yerleşim merkezlerinin yapılacağı yerler vardı. aslında risk, catan ve civilization oyunlarının karışımı gibiydi. gri, mavi, lacivert tonları hakimdi oyun tablasında. bi an içim bi huzursuzluk kapladı. bu bizim istediğimiz oyundan çok farklıydı ve artık açılmıştı, geri iadesi imkansızdı. acaba kuka kafeye gidip, onlara bu farklı oyunu verip, onlarda fazlasıyla bulunan normal versiyonlardan biri ile değiştirmeyi istesek ne derlerdi? 

sonra birden uyandım. enver'e az önce rüyamda gördüğüm catan versiyonunu anlattım şu karışım halinde olan. 'oha süper fikirmiş, keşke gerçekten olsaydı, baya eğlenceli olabilirdi' dedi. enver'in bu tepkisi üzerine oyunu değiştirme fikrimden vazgeçtim, gerçekten ilginç olabilirdi. daha zor ve farklı bir oyundu ne de olsa bizim bildiğimizden. o zaman 2 kişi daha bulalım da oyuna başlayalım, dedim. enver birilerini bulmak için gitti. ben de oyunu kurmaya başladım. amma bi dakka oyunu zaten rüyamda görmemiş miydim? o halde rüyamı enver'e anlattığım kısım da mı bir rüyaydı?

2 Nisan 2011 Cumartesi

16

konser başlamış olmalıydı. sesler geliyordu. haticeyle odadan çıkıp konser alanına doğru koşmaya başladık. arch enemy sahnede yerini almıştı, metallica'dan memory remains çalıyorlardı. neden bu şarkıyla giriş yaptılar ki, diye sordum hatice'ye. bilmiyorum ben de pek sevmem aslında, dedi. sahnenin ön tarafı çok kalabalıktı. bir de sağ yan tarafta uzayan bir kalabalık vardı. onun dışında bu ters L şeklinde konumlanmış seyircilerin ortası boştu. tam o anda angela gossow'la göz göz geldik. seyircilerin ortasına atladı önce sahneden, sonra kalabalığı aşarak boş meydana ulaştı ve bana doğru koşmaya başladı. herkes bize bakıyordu. ben de heyecanla ona doğru koşmaya başladım ve sarıldık birbirimize. amma amma neden bu kadar çirkindi angela? heyacanım yerini şaşkınlığa bırakmıştı. saçmalamaya başladım, do you like, no no, did you like turkey, diye sordum. off ne kadar gerizekalıyım, soracak başka soru mu kalmadı, diye zihnim bulanmaya başladı. yes, dedi angela. bakamıyordum suratına, çünkü çok çirkindi. sonra bana bi soru sordu, anlamadım. no, dedim. kızarak, no?, diye sordu bana. sanırım o da bana ülkesini seviyor muyum diye sormuştu amma ben şaşkınlıktan anlayamamıştım. kurtarmak için, sorry yes, falan demeye çalıştım ancak konuşamıyordum. şöyle bi aşağılayarak baktı bana ve koşarak sahnesine geri döndü. kalakalmıştım bense ortada. yoğun kalabalık deli gibi alkışlıyordu. bense hala neden bu kadar çirkindi bu kadın, diye şoktaydım.

22 Ocak 2011 Cumartesi

15

final jürisi geçeli bir kaç gün olmuştu ancak stüdyodaydım. altımda mantarlı pijamam vardı. gözde'yi gördüm maket yaparken. jüri bitti, neden maketine devam ediyorsun ki, diye sordum. kalabalıktı stüdyo ve hemen herkes maket tamamlamaya çalışıyordu. özge'ye sordum sonra aynı soruyu. kimse cevap vermiyordu. jüri devam ediyor ki, dedi kızlardan biri. nasıl yani amma o gün bitmişti, üzerinde kaç gün geçti, dedim. bitirememişler işte, diyerek uzaklaştı kız. ne yapacağımı bilemez halde dolanmaya başladım stüdyoda. murat hoca geldi sonra, yan tarafımdaki  ilk defa gördüğüme emin olduğum bir kızla konuşmaya başladı. hocam merhaba, dedim. beni sallamadı, kızla konuşmaya devam etti. bu kız da japonya'ya gidenlerdenmiş. amma bizle gelmemişti. bi önceki sene yani ilk senede yoktu. acaba ondan önce bir tane daha mı yapılmıştı? yoksa bizden sonraki mi idi? amma daha haziran gelmemişti ki? aklım karıştı, yorgundum, makete devam etmek istemiyordum ki zaten benim sunumum iyi geçmişti, üzerimde pijamalarım vardı, murat hoca benimle konuşmuyordu. çaresizce çıktım stüdyodan, yan stüdyoya geçtim. sanırım alt sınıfların jürisi vardı. şöyle bi baktım paftalarına. sema hoca ve halit hocanın sesleri geliyordu. kapının dışına gizlenerek dinledim. yani aslında olmamış, bunlar çok yetersiz, diye eleştiriyordu sema hoca. şaşırdım. sema hocanın sesi aşağılayıcıydı. o böyle konuşmazdı aslında. beni gördüler sonra. beren nasılsın, diye sordu. iyiyim hocam dedim. halit hoca ve irem hoca da gülümsüyorlardı bana. gülümseyerek selamladım onları. sonra çıktım sınıftan. merdivende duruyordum öylece. birden bu 3 hoca belirdi yanımda, çok hızlı yürüyorlardı. sema hoca, kantine iniyoruz, sen de gelsene, zaten bi şey konuşmak istiyorum seninle, dedi bana. takıldım peşlerine. çok hızlı iniyorlardı merdivenlerden. yetişemiyordum. koşmaya başladım. bir yandan merak ediyordum sema hocanın söyleyeceklerini. en alt kata bağlanan ahşap merdiveni bitirdiklerinde ben daha başındaydım. spiral, ahşap, büyükçe bir merdivendi. hızlandıkça sallanıyordu. aşağıya inip kantin tarafına geçtim ki yiğitcan'la denizleri gördüm. burda mısınız, bi sema hocanın yanına gidip geleceğim, dedim. tamam bekliyoruz, dedi yiğitcan. hocalar çoktan kahvelerini almış oturmuşlardı bi masaya. nefes nefese yanlarına gittim. evet hocam geldim, ne konuşacaktınız benimle, diye merakla sordum. sema hoca duraksadı, ah evet çağırdım amma çok özür dilerim ben unuttum söyleyeceklerimi, dedi. yıkılmıştım. peki ben sonra tekrar uğrarım yanınıza, deyip ayrıldım. yiğitcanların yanına doğru yöneldim.

olamaz at'ı unuttum, diye bi anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. yiğitcan'la deniz bir şey konuşuyorlardı o sırada. hayvan çatıya çıkardık amma 1 hafta oluyor ya öldüyse, diye içim içimi yemeye başladı. hayal meyal hatırlamaya başladım rüyamda rüyamı. 'enverle gidip bana koyu kahverengi bi tane at almıştık, sonra çatıya çıkarmıştık hayvanı. su ve yemek vardı çatıda. bir şey olmaz burda di mi, diye sordum enver'e; o, kapıyı kilitlerken. yok yok zaten yarın okula giderken alırsın, yemekle su da var, dedi ve merdivenlerden inmeye başladık.' işte o günden sonra tam bir hafta geçmişti ve ben hayvanı unutmuştum resmen. koca at'ı nassıl unutabilmiştim? stresliydim, sonra bi anda içimi bir mutluluk kapladı. at'ım vardı benim. gülümsemeye başladım. yiğitcan'a  döndüm, bil bakalım ben ne aldım, diye sordum sırıtarak. ne aldın, dedi. at, diye cevapladım hala gülüyordum. o an unutmuştum hayvanla 1 haftadır ilgilenmiyor olduğumu. sonra sırayla kantindeki herkese at'ım olduğunu söyledim. bi an duraksadım sonra. at mı? neden at aldım ki ben? üzerinde okula giderken hayal ettim kendimi. garipsedim. beşiktaş'ta çok dikkat çekmez miydi okula atla gitmek? hem zaten acaba at yaşıyor muydu? koca 1 hafta olmamış  mıydı? ne yemiş, ne içmişti? kafamda bu düşüncelerle çatıya doğru koştum sadece.


2 Ocak 2011 Pazar

14

iyi ki sandaletlerimi de getirmişim, dedim kalabalık caddede karşıdan karşıya geçerken. bak ne güzel ısındı havalar. sonra ayaklarıma baktım altın rengi ojelerim vardı. neden kırmızı sürmedim ki diye düşündüm bi süre. sonra hala mart ayında olduğumuzu düşündüm. uzun siyah eteğim vardı altımda. üzerimde ise siyah ceketim vardı. yanımdaki kimdi tam hatırlayamamakla beraber, şu karşıda bir şeyler yesek iyi olur, diye karar verdik. başımı çevirdiğimde telefon çalmaya başladı. apar topar kalktım yataktan. yardımına ihtiyacım var, dedi arayan kız. hemen geliyorum, diye koşarak çıktım evden. parka gelmiştim ki yukatalarını öyle sadece üzerlerine geçirmiş 4-5 kişilik bir grupla karşılaştım. nefes nefese kalmıştım koşmaktan. büşra fotoğraf çekmeye çalışıyordu. onun akrabalarıymış zaten bu grup. ben arkada görünmek istemiyordum fotoğraf çekilirken. büşra, sen de japonya'ya geldin oysa bence kalsan iyi olur, dedi. yok, dedim, acelem var zaten. koşmaya devam ettim. ellerim kirlenmişti. çamur içerisindeydi. hemen tuvaletlere koştum. çeşmelerden biri bozuktu, su fışkırıyordu. yer feci ıslanmış, küçük bir gölet oluşmuştu. benden hemen sonra içeri giren sarışın zayıf kız dengesini kaybedip bana çarptı. aynı zamanda da ayağı suya girdiği için ıslandı. bana çarpması sonucu ben de dengemi kaybettim ve saçlarım suyun içine girdi. uzun olan saçlarım belimi ıslatmıştı. üşüdüm. sonra kız bana bağırmaya başladı, ne yaptığını sanıyorsun sen, diye. gerizekalı senin suçun, dedim. kız diklenmeye devam etti. bana bak, dedim, senin dikkatsizliğin yüzünden zaten saçlarım ve beraberinde belim de ıslandı, özür dileyeceğine hala konuşuyorsun, diye ben bağırmaya başladım. kız arsızlanmaya devam etti. o kadar sinirlenmişti ki sarı saçlarını kavradım lavobaya doğru ittim kızı. hala konuşmaya devam ediyordu. suuus, diye bağırdım. hiç niyeti yoktu susmaya. ya sen belanı mı arıyorsun, diye bir yandan bağırıp bir yandan kafasını lavaboya vurmaya başladım. susmadı gerizekalı kız. aksine gülüyordu. güldükçe sinirlerim arttı. arttıkça vurmaya devam ettim. tak, took, taaaak.

9 Aralık 2010 Perşembe

13

içerden tıkırtılar geliyordu. duyuyordum sesleri. enver bilgisayar masasının karşısında sandalyesinde, bense yanındaki yeşil minderde oturuyordum her zamanki gibi. bilgisayardan bi şeyler gösteriyordu enver bana. hemen yan taraftaki kapıdan koridoru görebiliyordum. banyodan lacivert takım elbiseli, uzun boylu, zayıf bir adam çıktı. korkudan titremeye başladım. konuşamadım önce. nerden girmişti ki bu adam? kapı kilitliydi ve arkasında sandalye vardı, pencereler de kapalıydı. envere döndüm. titreyerek, enver içerde biri var, diye fısıldadım. sandalyesiyle bana döndü enver ve, enveğğr içeğdee biri vağr, diye benimle dalga geçerek tekrarladı söylediklerimi. korkuyordum. anlatmaya çalışıyordum adama belli etmeden amma enver beni dinlememekte ısrarlıydı. umursamıyordu. tedirgin bi şekilde koridora doğru başımı uzattım ve o da ne, bi anda göz göze geldik adamla. sinirle odaya doğru yürümeye başladı kolormatik gözlüklü, beyaz saçlı, lacivert takım elbiseli adam. enver, geliyor, enver imdat, diye bağırmaya çalıştım. sesim çıkmıyordu. enverse beni duymuyor bilgisayarına bakmaya devam ediyordu. adam daha da hızlandı, tam odaya gelmişti ki ellerini bana doğru uzatarak... silkelenerek bi anda kalktım yataktan.

5 Aralık 2010 Pazar

bazı acayip davranışlar

başım fazla dönüyor, ağrıyor. bazen dayanamıyorum acısına. beynim sanki sıvılaşmış gibi, hareket ediyor, çeperlere çarptıkça daha da acı veriyor bana.
midem fazla bulanıyor. kusuyorum zaman zaman.
düzenli bi hayata geçtim gibi; düzgün besleniyorum, enver evde, uykum normal.. amma hala isteksizim. istemiyorum hiç bir şey yapmak. demek ki bunlar değilmiş beni engelleyen nedenler.
kendimi sıkmasam yine çok fazla uyuyabilirim.
artık rüyalarımı eskisi gibi hatırlayamıyorum.
insanlar hakkında kötü düşüncelere sahibim. çoğu kimseler batıyor bana.
fazla küfrediyorum.
içim çok sıkılıyor.
geceleri korkuyorum. sanki diğer odada birileri var. ya da sanki birileri beni izliyor gibi hissediyorum.
çok para harcıyorum. hala da harcamak istiyorum. çalışmak için uğraşmıyorum. borçlarımı umursuyorum amma çok da takmıyorum.
kendimle çok çelişiyorum.
düşüncelerimden emin değilim.
fazla konuşuyorum.
fazla susuyorum.
kendi kendime çok konuşuyorum.
çabuk sinirleniyorum. bazen ilginç tepkiler veriyorum. küsüyorum.
insanları dinler gibi yapıyorum. dinlemediğim anlaşılmasın diye çok detay bi kelimeyi bulup, hakkında soru soruyorum.
müzik dinlemek bile beni yoruyor.
kitap okuyamıyorum. hatta uzunca bir paragrafı bile bitiremiyorum.
odaklanamıyorum.
algılamakta zorlanıyorum.
unutuyorum.
bedenen acı çekmeyi seviyorum.
uzak yerlere gidesim var. şimdi deseler, düşünmem giderim.
insanlar benden rahatsız oluyorlarmış gibi hissediyorum.
kafam çabuk güzel oluyor. alkol mideme dokunuyor. amma içmek istiyorum.
bazı insanlara ciddi zararlar vermek istiyorum.
çok yorgun hissediyorum. kaslarım ağrıyor.
özel hiç bir uğraşım yok. sıkılıyorum.
enverin bana 'kendine uğraşacak bi şeyler bul' demesi ciddi anlamda canımı acıtıyor. ona göre bulabilirim amma hiç mi hiç içimden gelmiyor.
inanmıyorum.
aynaya bakmayı sevmiyorum.
her yer sürekli pis gibi geliyor. temizlik yapsam da temizlenmiyor.
çok sık ve uzun süre banyo yapıyorum. sıcak su beni rahatlatıyor.
biri bana laf söylediğinde kendimi savunamıyorum. söyleyeceklerimi unutuyorum, haklısın diyip geçiyorum.
karar veremiyorum.
kendimi düşünmüyorum.
okul ne olacak hiç bilmek istemiyorum.

24 Eylül 2010 Cuma

beşinci hafta: stres doruklarda.



proje dersi çıkışı; mukogawa üniversitesinin amerikan kültürü ve edebiyatı son sınıf öğrencilerinin akşam saat altıda başlayan sunumları için toplandık mimarlık fakültesi kantininde, sondan bi önceki pazartesi. önce hem latin harfleriyle hem de kanjiyle isimlerimizi yazdılar, sonra tek tek kendilerini tanıttılar bize. son sınıflardı amma ingilizceleri cidden çok kötüydü. bizim de çok iyi değildi zaten amma işte sonuç olarak anlıyorduk birbirimizi. bir sürü içecek ve abur cubur almışlardı japonyaya özgü. kağıt bardaklara isimlerimizi yazıp içeceklerimizi ikram ettiler. sonra gruplara ayrıldık. kendi kültürlerini öğretme hevesi içinde bizlere geleneksel mürekkeple yazı yazmayı öğrettiler. origamiden sepet, yıldız, kuş yaptırdılar. kendi çektikleri japonya fotoğraflarını gösterdiler. tam alışmıştık ki, hoop bitti, dediler. peki bakalım, dedik, bi anda toplayıverdiler etrafı. artık bu özelliklerine alışmıştık. döndük biz de yurdumuza.

cumartesi günü 3lerin, diğer çarşamba da biz 4lerin final projesi teslimi olduğu için proje açısından en yoğun haftamızdı. geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi çarşamba-cumartesi gezileri yapılmadı. okula gittik, maket yaptık, yurda döndük proje çizdik genel olarak. akşamları yemeklerimizi alıp nehir kıyısına giderek ödüllendirdik kendimizi, ya da proje aralarında mister donut a gidip en çikolatatlı olarak keşfettiğimiz donutu yiyerek. 

perşembe günü bi ara üniversite içerinde geçen yıl açılmış olan türk kültür merkezine gittik. türkiyeden fotoğraflarla doluydu duvarlar. nazar boncukları, türk kahvesi cezveleri, fincanları, sefer tasları, çiniler, seramikler sergileniyordu içeride. ilginçti. dünyanın bir ucunda çoğu türkiyeyi duymamışken böyle bir yer vardı bu üniversitede. murat hocanın japonlara türkiyeyi güzel tanıttığının bir yansıması olmalıydı. yoksa nerden kalkışırlardı, bu kadar saygı ve sevgi gösterirlerdi ki biz tanımadıkları türklere?

cuma günü gündemde 'basketball' vardı. 3lerin proje teslimi ertesi gün olduğundan katılmaları beklenmiyordu ancak bazılarının haberi bile yokmuş. sinem hoca nazlıyı görmüş koridorda, haydi basketballa, demiş. nazlı da; basketball mu, basketball ne demek, diye cevap verebilmiş. sinem hoca da kızcağızın başına proje vurdu sanıp azad etmiş kendisini, oysa haberi olmayan nazlıymış. sonradan efsaneleşti tabi nazlının bu soru kalıbı aramızda. neyse efendim biz 4lerden de ayşegül ve gökçe gitmişler. biz de unutmuşuz büşrayla. sonra bi ara japon kızlar geldi sınıfa. ayuşeguri-san, muratto-sensei diye kendi aralarında konuştular epey bi. akşam yurda gidince anladım neler olduğunu. meğersem murat hocayla ayşegül japonları yenme uğruna hırs yapıp topu kapmaya çalışırken murat hoca ayşegüle sağlamca bi çarpmış. biraz darbe alsa da iyi sayılırdı ayşegül. 

en stresli hafta sonumuza girmiştik. ben bütün gün yurttan çıkmadım, yalnız başıma bilgisayarımla çizim yaptım. herkes okuldaydı. 3lerin teslimi vardı. akşam geldiklerinde bi sorun olduğu belliydi. elle çizimi yerine bilgisayarda çizdikleri için yazıcıların gazabına uğramışlardı, ertesi gün tekrar teslim edeceklerdi projelerini. ancak bu pazar tadao andonun church of lightına gidecektik. iki hafta öncesinden alınmıştı randevu. gergin bekleyişler, toplanmalar, konuşmalar, stres, sinir, mutsuzluk, hayal kırıklığı içinde alındı karar: 4ler sinem hocayla gidiyor, 3ler murat hocayla okulda kalıyor. içimize sinmeye sinmeye çıktık yola. öncelikle her zaman bindiğimiz tren istasyonundan her zaman bindiğimiz yönde bindik trene. tam aktarma yapacakken bi teyze belirdi yanımızda. konuştu bizlerle japonca. anladık biz de çat pat. türk olduğumuzu duyunca şaşırdı, havaları sordu. sonra bu teyzenin başka bi teyze arkadaşı geldi. haydi bu tren dediler, bindik. bizim teyze arkadaş teyzeye bizden bahsetti. aaa, oo diye şaşırdı arkadaş teyze. teyze? teyze nerde? biz sanki yanlış yöne mi gidiyoruz? sorularılarıyla kalakaldık. evet, teyze bizi kandırmıştı. apar topar indik trenden. geri döndük. bu sefer genç bi adam takıldı bize. ben de oraya gidiyorum, dedi ingilizce. haydi o zaman, dedik. sonra bi anda bi süredir ingilizce konuşmakta olduğu sinem hocaya, can you speak english? diye sordu bu adam. hemen sayanora, diyerek uzaklaştık kendisinden. sonra bindik başka bi trene. kendi aramızda konuşuyorduk ki; spor giyimli, boynunda havlusu, gözlüklü, uzun boylu, japon olmayan bir adam; pardon siz nerelisiniz, diye sordu. türk, deyince, aa tamam ben almanyadayken türk arkadaşlarım vardı, oradan tanıdık geldi konuşmalarınız, dedi. çok fazla yerde kalmış dünya üzerinde, epey anlattı. japoncası gayet iyiydi. murat hocanın rehberliğini üstlenmişti. şans bu ya evi church of lightın oradaydı. ancak bilmiyordu kendisi. davet ettik, kırmadı, geldi bizlerle. neden bilmediğini biz de anlamıştık. çünkü o kitaplarda gördüğümüz kadar ihtişamlı değildi bu bina. çok minimal, kendi halindeydi. biraz vakit geçirdik, fotoğraf çektik, veda ettik andoya. bizi istasyona kadar bıraktı yeni rehberimiz. boş bir vaktimizde evine davet etti bizi, yemek yapacaktı bize. amma vaktimiz yoktu. son haftamızdı. en yoğun haftamızdı. isterdik kendisini bir kez daha görebilmeyi oysa. 

nishinomiyadaki son haftaya giriyorduk. haftaya projeler teslim edilmiş, okul bitmiş, tokyoya gitmiş olacaktık. sanki daha da alışmıştık buraya, kızlara, okula. çok hızlı geçiyordu zaman güneşin doğduğu ülkede. keşkeler duyulmaya başlamıştı artan özlemle beraber.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

gelemeyen hafta



ilk üç hafta gayet güzel güzel yaşama alışmışken; bi anda dokuz ayın çarşambasının toplandığı o pazartesiden sonra, günler ışık hızıyla geçmeye başladı japonyada. hele ki biz 4ler için. her şey ara jüriyle başladı. indik elimizde maketler, çizimler sunum sınıfına. adımız yazılı olan panel ve masalara yerleştirdik projelerimizi. ilk olarak elimize sınıf listesinin olduğu bir kağıt verdiler ve sergi misali projeleri gezip yorum yazmamızı istediler. bir süre sonra başladı jüri. ön sıraya dizilmiş sandalyelerde hocalar, hemen arkalarında da öğrenciler yerlerini almışlardı. sınıf içerisinde tavanda hareket eden sürgülü dev panellere asılan projeler sunulmaya başlandı. aynı zamanda kamera eşliğinde maketinizin yansıması da bu dev panelin üst tarafında gösteriliyordu. istanbulda hocaların sandalyelerini sürüye sürüye devam ettirdikleri jürilerden sonra evet gerçekten enteresandı. japon dedik. yapıyor dedik. ingilizce konuşamıyor, anlamıyor amma yapıyor dedik. biz sunumlarımızı ingilizce yaptık, anlamadıkları için tabiki de murat hoca japoncaya çevirdi söylediklerimizi. artık öyle bi an gelmişti ki; ingilizceleri japoncaya, japoncaları türkçeye çevirmekten sistem kiltlendi ve benim jürimde bir anlığına benim ingilizce anlattıklarımı türkçeye çevirdi murat hoca. bi an noluyor dedik, amma hemen ctrl+z hızında japonca çevirmeye devam etti kendisi. jürilerimiz bittikten sonra hemen türk gecesi hazırlıklarına başladık. ben yurda gidip pilav yapacaktım. amma önce bi co-op'a uğradım tavuk bulyon almak için. evet varlığından şüpheliydim. sadece şansımı deneyecektim. ve ingilizce bilmeyen market görevlisi teyzeye, şu an sorsanız hatırlayamayacağım bir şekilde anlattım tavuk bulyonu. ve buldum. bulmanın verdiği gazla, ben bu pilava şehriye de koymalıyım, diyerek yeni maceralara yelken açtım. tabiki de şehriye yoktu. bulduğum çok ince spagetti makarnalardan alarak tel şehriye olarak kullanmaya karar verdim. o da yetmedi, haşlanmış nohut buldum, her ne kadar pakette on tane falan da olsa. yurda gittim ve tereyağlı, tel şehriyeli, tavuk sulu, nohutlu türk usulu pilavı yapıp bisikletime atlayıp okula yettim. bir yandan demleme çaylar, türk kahveleri; diğer yandan dolmalar, lokumlar japonlara ziyafet çektik. çok beğenmişlerdi yemekleri. bi de üstüne nerden öğrendilerse kahve falı baktırdılar bize. biz de uydurduk bi şeyler. bunun dışında onlar sordular biz anlattık yemekleri, türkiyeyi. okazaki hoca elinden çay bardağını düşürmedi ve bir kaç kere çayın nasıl demlendiğini sordu. okulun rektörü üzerinde istanbul t-shirtü ile, morimoto hoca ve biz türk kızlar başımızda yazmayla, sinem hoca ve japon kızlar yukatayla bulunduk etkinlik süresince. tam her şey bitmişti ki arkamızı bir döndük toplamışlar her şeyi. ne bir çöp, ne bir bulaşık hiç bir şey bırakmamışlar. yine şoklar içinde bıraktılar bizleri.

çarşamba günü yağan yağmura aldırmadan düştük nara yollarına, geyikleri görmeye. ben geyik derken bu kadarını beklemiyordum açıkçası. baya bildiğin onlarca geyik, her yerde hem de. yemyeşil bir alan içerisinde. yanınıza geliyorlar, kendilerini sevdiriyorlar, ve sizden bir şey bekliyorlar; gofret! oradaki dükkanlarda satılan gofretlerden aldık biz de verdik geyiklere. murat hoca önceden deneyimli olduğundan elinde gofreti sallaya sallaya 8-9 tanesini topladı peşine. ordan oraya geyiklerle koşturdu hayvancıkları. burada, dünyadaki en büyük ahşap yapı olan todaiji tapınağı ve içerisinde yine dünyadaki en büyük buddha heykeli bulunmakta. ne kadar büyük olabilir demeyin? görünce 'yüce buddhaaaaaa' diye kalakalıyorsunuz. içerdeki küçük şeytancıklar da cabası. ağaç kovuklarından oyularak yapılmış bu küçük şeytancıkların ayak baş parmağı benim yarım kadardı. öyle bir kovuk da nasıl bulunmuş hala düşünmekteyim. içerde bulunan başka bir ağaç sütununa geçmek gerekirse, kendisi yeniden doğuşu simgeleyecek biçimde alt kısmı oyulmuş. buradan geçebilirseniz günahlarınızdan sıyrılıp ana rahminden geçerken ki zorluğu tekrar yaşayarak yeniden doğuyorsunuz. bunu kim mi denedi aramızdan? tabi ki de evimizin küçüğü nazlı-san.

cumartesi günü son  okul gezimizi gerçekleştirmek üzere sabahın köründe hiroshima yollarına düştük. geçen gezilerin aksine daha sessizdi sanki bu defa otobüs. 5 saat süren yolculuğun ardından ilk önce miyajima ya geldik. japonların suyla iyi ilişkiler kurduğu ahşap iskelelerden oluşmuş yarı açık bir alan üzerinde, yer yer ayaklarınızı suya sokabileceğiniz bir yerdi burası. ve tabi ki de o hepinizin görseniz 'aa ben bunu biliyorum' diyebileceğiniz denizin ortasındaki kırmızı ahşap tarihi kapı.

1945 yılında ilk atam bombasının atıldığı hiroshimaya geldik. önce 1921 yılında sergi amaçlı yapılan, bomba atıldıktan sonra diğer yıkıntılara göre daha az zarar görmesiyle kaldırılmayan ve bir anıt haline getirilen atomic bomb dome a gittik. insnaın gerçekten tüylerini ürperten bir binaydı. 100-150 metre ilerdeki hiroshima barış parkına yürüdük. hiroshima barış müzesi de burada bulunmakta ancak kısıtlı zamandan dolayı içerisine giremeyip sadece dış çevresinde vakit geçirdik. yemyeşil alan, parkın içerisindeki su, çevredeki binalarla sanki atom bombası hiç patlamamış gibi etkileyici bir görüntüye sahipti hiroshima. bu arada birisi mi eksikti? sanki, sanki gözde yoktu. bi süre kimseye çaktırmadan elifle aradık, gözdeyi. ama yoktu. gerginlik, bekleyiş, korku, bir şey yapamama ve çaresizlik. kimse bir şey bilmiyor. murat hoca indi otobüsten, biz devam ettik dünya barışı için yapılan kiliseye doğru. vardığımızda gözde ve murat hoca oralardı. kubbenin orada kalmış gözde-san. ve yanegisawayı arayarak ulaşmış japonlara. neyse ki aramızdaydı. bu arada belirtmek gerekirse kısaca; japonyada gördüğüm en kötü binaydı church of world's peace. ne tasarım olarak ne de uygulama olarak pek olmamıştı sanki.

haftanın son günü ise tadao andonun sayamaike müzesine gittik. inanılmaz sıcak havadan bitmiş hallerde iken bir anda karşımızda beliriverdi brüt betondan bir kütle. içine girdiğimizde çöldeki vaha misali inanılmaz bir su ögesiyle karşılaştık. suya girmemek için zor tutuyorduk kendimizi. neyse ki şelale efektiyle korkuluk oluşturulan dış koridorlarda ellerimizi suya değdirebiliyorduk. ilerleyen dakikalarda müzenin terasını keşfettik. yeşillikler içine sanki biz uzanalım, dinlenelim diye ahşap bir platform tasarlanmıştı. uzunca bir süre uzandık burada, nazlısan da her zamanki gibi eskiz yaptı. son olarak elif dayanamayıp suya girdi. iyi ki de girmiş. böyle de keyifli bir yerdi burası.

şimdi düşündükçe ne kadar güzelmiş diyorum acısı ve tatlısıyla. keşke oralardayken zaman bulup yazabilseydim diğer haftaları da. gerçi taslakların üzerinden geçip şimdi yazmak da sanki hala oradaymışım gibi hissettiriyor. yazma konusunda ikilemler arasında kalarak, merak edenler için belirtmek gerekirse; evet kalan haftaları geç de olsa yazacağım. peki ben bunları yazarken diğerleri ne mi yapıyor olacak? ayşegül amerikaya vardı, gözde kıbrısta, gökçe bursada, irem ıspartada, elif hüseyinle bodrumda, sinem hoca izinde balıkesirde olabilir, büşra sanırım vandan döndü istanbulda, nazlı ve ben de istanbuldayız, murat hoca da izinde ve istanbuldaymış. baya dağılmış durumdayız kısacası. tekrar görüşmek üzere; sayanora.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

japonya insanın kendine yakışanı giymesidir.



tam ortasındayız artık. bi bu kadar sonra dönüyoruz. özledik istanbulu fazlasıyla amma yavaştan da alıştık sanki buraya. sadece gezmek dışında, burada yaşamı tanımaya fırsatımız olduğu için bağlanıyoruz buraya. peki naptık biz geçtiğimiz hafta? 3lerin 9 temmuz cuma, biz 4lerin de 12 temmuz pazartesi jürisi olduğu için okulda fazlaca vakit geçirdik. bisikletlerimizle ara ara gezmeye gittik. salı günü ışıklarda bi kıza lalaport a nasıl gidebileceğimizi sorduk, aldı bizi götürdü, ben de oraya gidiyorum, diye. aldık kahvelerimizi, tatlılarımızı oturduk starbucksa. ve başladık sohbet etmeye. hiç tanımadığı 4 yabancı kıza sanki yıllardır tanıyor gibi içten davranıyordu bu japon kız. sonradan söyledi, aslında işi yokmuş bizim için gelmiş. akşam da facebookta ekleyip her birimize teşekkür mesajı atıp tekrar görüşmek istediğini söyledi. basit bi olay gibi görünse de aslında burdaki insanları da git gide tanımaya başlayınca bunun japonlara özgü nezaketin sadece küçük bir örneğiydi.

çarşamba günü malum jürilerden dolayı gezmek için dışarı çıkamadık. yağan yağmur eşliğinde akşama kadar okulda takıldık, projemizi yaptık. perşembe için sınıftaki kızlarla yemek için sözleştik. bizi uzunca bi yoldan lalaporta götürdüler. dedim, buranın daha kısa yolu var. bilmiyorlardı. ertesi gün google earthden gösterdim. aaaaaaaaaaaaaaa, dediler. neyse bi süre ne yiyeceğimize karar veremedikten sonra açık büfe ekmek çeşitlerinin olduğu bi restorantı seçtik. çok aç değiliz deyip 2şer kişi bir yemek alıp ekmek ve kruvasanlara abartırcasına daldık. ve ilk defa doyduk geldiğimizden beri buraya. sonra tuttular bizi kolumuzdan, purikuraaaaa, dediler. zaten geldiğimizden beri bi purikura purikura muhabbeti sürekli soruyorlar falan. hadi, dedik, takıldık peşlerine. ancak bi de ne görelim? murat hoca ve sinem hoca da merak etmişler purikurayı ancak tam çözemeden bitmiş süreleri. tabi bizim kızlar ezbere bildiklerinden her şeyi pat diye soktular bizi kameranın olduğu bölüme. hemen seçtiler arka planları, çat çat çekildik japon usulü fotoğraflarımızı. sonra diğer kabine geçtik. çekilen eşşek gözlü sürmeli fotoğraflardan beğendiklerimizi itinayla seçip zamana karşı kendilerine photoshop misali börtü böcük, yıldızlar, kalpler, makyaj ne varsa ekledik. bi de kızlar maillerine de attılar. bize de yapışkanlı çıktı halinde verdiler. böylelikle meşhur purikura çılgınlığına biz de katılmış olduk. yalnız kızlar bunun manyağı. hepsinin sahip olduğu minik ajandalarında deli gibi bunlardan yapıştırılmış sayfalar mevcut.

geleneksel cumartesi yağmurları artık gelenekselliğini yitirdi ve bizi bu hafta cuma karşıladı. sabah saat tam 10.00da kalkan otobüsümüzle nishinomiya belediye başkanın yanına teşrif ettik. o kadar olay halindeyiz ki burada belediye başkanı bizi görmeye çağırdı. hepimizi tek tek önceden belirledikleri yerlere oturttular. mütevvelli ziyaretinin yanı sıra bize öncelikle su ile rozet, fular ve minik bir kimonodan oluşan hediye seti sundular. ayrıca ortadaki çiçek de büyüktü. sonra geldi belediye başkanı. önce algılayamadık kendini. o kadar mütevazi, sevimli, yüksek bel pantolonlu zayıf bir amcaydı ki. anlattı bize kısaca bölgeyi. sonra sordu bize gözümüze takılanları ve üşenmedi tek tek not aldı söylediğimiz her şeyi. zaten öyle bir havaya büründük ki burada bu yoğun ilgiden. ünlü gibiyiz. sürekli fotoğraflarımız çekiliyor hem de bir kaç makineyle, insanlar gülümsüyor, el sallıyorlar, teşekkür ediyorlar, yine teşekkür ediyorlar, saygıyla eğiliyorlar, tekrar teşekkür ediyorlar. hepimiz dönünce sıradan hayatlarımıza geçtiğimizde yaşayacağımız şoktan korkuyoruz.

yağmursuz geçen ilk cumartesimizde kyotoya eski bir çay evine seramoniye gitmek için 13.00da buluştuk japonlarla istasyonda. önceden eğitimini aldığımız şekilde, kurallara uyarak girdik içeri. önce dolapta az soğutulmuş küp şeklinde bir tatlı ikram ettiler tek tek hepimize selam vererek kimonolu ablalar ve abiler. önce tatlıyı bitirdik önceden verilen beyaz kağıda koyup tahta çubukla keserek. 5erli olarak üst üste koyduğumuz boş tabakları topladılar bu kez. sonra tek tek yine selam vererek çay dedikleri kına kıvamında, çimen tadındaki içeceği getirdiler. önce bi yudum sonra hüüüp diye bitirin dediler. sağımda murat hoca vardı. o bitirdi diye ben de bitirdim ki sonraki on beş dakika kendime gelemedim. çay evinin yemyeşil bahçesini gezip kırmızı burunlu rahibin rehberlik ettiği bir tapınağa gittik. ayakkabılarımızı çıkarıp girdik içeri. duvarlardaki japonyada hiç olmamış olan panterlerin olmamış çizimlerine baktık. o odadan o odaya, bahçeden bahçeye gezdik burada ahşabın mükemmeliğine ayaklarımızı değdirerek. ayyakabıları hop diye çıkarma alışkanlığı var burada. kimse yadırgamıyor. kızlar stüdyoda falan yalınayak geziyorlar. nerdeyse hepsinin terliği var sınıfta. nazlı da bundan kendine konsept yaptı, sınıftaki terliklerin fotoğrafını çekiyor. bizde böyle olmaz okulda falan, dedik kızlara, çok şaşırdılar. bazı dükkanlar gördüm ben ayakkabı çıkarılıp öyle giriliyor. ben de buna şaşırıyorum açıkçası. havanın güzelliğini fırsat bilerek yokuş yukarılarda yemyeşil ormanların arasında gün batımına doğru başka bir tapınağa gittik. etrafta yukatalarıyla geleneklerini devam ettiren bir çok japon vardı. evet bu japonlara yukata gerçekten yakışıyor ve kadınları cidden daha bir güzel oluyorlar. sonra sinem hocayla buradaki suyla ellerimizi yıkayıp, sudan içerek günahlarımızdan arındık. tam kapanışa denk geldiğimiz için bizi kovalayan görevli eşliğinde tapınaktan ayrılarak yokuş aşağı küçük bir sürü dükkanın bulunduğu yoldan aşağı doğru yürüdük. daha küçük bir tapınağın önündeydik ki sesler gelmeye başladı. beyaz yazlık şort ve tshirtten oluşan kimonomsu kıyafetli ayağında baş parmağı ayrı ninja ayakkabılı bir sürü japon amcanın yürüyüşüne tanık olduk. onlarla köprüye kadar yürüdük. devamında küçük geyşa çocuklar, atlı çocuklar, kafasında leylek olan çocuklar, başka çocuklar, geleneksel kıyafetli bir çok japon geçti. matsuriye denk gelmiştik.

cumartesi yağmayan yağmur pazar günü yağmaya devam etti biz kobe yollarındayken. önce tadao andonun sanat müzesine gittik. evet, brüt betona ve andoya bir kez daha hayran kaldım. biraz yürüyüp sanat müzesinden yapı olarak çok alakasız olan deprem müzesine gittik. tamamen cam bir cepheye sahip alt taraflarında su olan pek de beğenemediğimiz bir yapıydı kendisi. 95 yılında olan ve büyük hasarlara sebep olan depremi unutturmamak için tasarlanmıştı burası. pek de olmamış diye düşünürken bizi bir salona aldılar. üç duvara yayılmış üçgen perdelerde, ses efektleriyle deprem anından görüntüler izledik arka arkaya. tüylerimiz ürpermişti ki kapı açıldı başka bir salona geçtik. depremden hasara uğramış bir sokağın bire bir aynı modelini yapmışlar. yıkılmış evler, çökmüş balkonlarda asılı kıyafetler, üzerine bi şeyler düşmüş araba, çatlamış yer tabakası, ilginç sesler, yangın efektiyle kanımızın çekildiğini hissettik. gerçekten unutturmaya niyetleri yoktu bu yıkıcı depremi. başka bir belgesel daha izledikten sonra depremle ilgili eşya ve maketlerin sergilendiği salonu ingilizce bilen rehberimiz eşliğinde gezdik. japonlar pek fazla ingilizce bilmiyorlar bu arada. okuldakilerin çoğu kendi çabasıyla öğrenmişler. ingiliz dili ve edebiyatı 4. sınıf öğrencilerinin bile söylemeye dilim varmıyor amma ingilizceleri fena. hocalar da fena. hele ki her hangi bir yerde bir şeyler alacaksanız işiniz cidden çok zor. siz ingilizce konuşuyorsunuz. onlar ısrarla japonca bir sürü şey söylüyorlar. hayır, ben ingilizceme kötü derdim, meğer benim ingilizcem gayet de süpersonik derecede iyiymiş.

bu arada geçen hafta kızların acayip kıyafetlerinden bahsetmiştim ya, sanırım onun nedeninin bir kısmını çözdüm. yağmura karşı bir çözüm olarak o kısacık şortları ve plastik terlikler ile topukluları giyiyorlar. yağmur ile güneşin dayanılmaz olduğu japonyada en önemli aksesuar tabiki de şemsiyeler. her türlü, çok ilginç ve herkeste çeşit çeşit yağmur ve güneş olarak ayrılan şemsiyeler bulunmakta. mekanlara girerken de şemsiyelerinizi koymanız için yerler ya da ıslak şemsiyeler için şemsiye poşetleri tasarlanmış. bir de üç haftadır o kadar mekan geziyoruz; sergi olsun, müze olsun, alış veriş merkezi olsun daha bir kere bile güvenlik dedektöründen geçmedik, çantalarımızı geçirmedik. böyle de güvenilir bir yer burası. yalnız tuvaletlerde sıkıntı var. tamam gayet teknolojik. istenmeyen seslere çözüm sunmuşlar, klozeti ısıtmışlar, sıcak suyu, kurutması, hatta klozeti temizlemek için ayrıca bir sabun bile mevcut amma; ellerinizi yıkadığınız sabunlar sabun değil. bulaşık suyu kıvamında acayip bir su. ayrıca şimdiye kadar sadece bir ya da iki tuvalette el kurutma aparatı gördüm. bir tanesinde de peçete vardı gözlerim doldu. şöyle ki bu japonlar yanlarında küçük küçük havlular taşıyorlar ve ellerini yıkadıktan sonra, yağmurda ıslanınca, terleyince çıkartıyorlar bir güzel. biz de bakıyoruz kendilerine ıslak ellerimizi sürüyoruz üstümüze. zaten tuvalet kağıtları da bi acayip. fazla inceler sanki. sanki değil, evet çok inceler. ıslak ellerinizi kurulamak için koparmaya çalıştığınızda her yerinize yapışıp dağılıyorlar ayrıyeten.

geçen hafta bilgisayar odasında kim ailesiyle konuştuysa hepsi şu minnacık karpuzdan bahsetti. bi karpuz getirdiler, bu kadaaaar diyerek herkes elleriyle üçgen yapıp webcamle gösterdi karşısındakine. amman bi şey olmasın bu hafta yemekler gayet güzeldi. umarım böyle devam eder. zaten pirince de alıştık. pirinç bu arada, pilav değil. ayrıca kimsenin sevmediği kahvaltı için gelen ton balıklı şeyi sadece ayşegül, evet o yemekleri hiç yemeyen ayşegül, işte o sevdi. artık herkesinkini o yiyecek.

peki diğerleri ne mi yaptı? hemen anlatıyorum. büşra sınıftaki bütün kızlara, yukatan var mı, eğer varsa getir, bi de makyaj yap, ben senin fotoğrafını çekip deviantartıma koyayım diye anlattı da anlattı. gökçe bütün akşamlarını yatağa gömülüp dizi izleyerek geçiriyor. nazlı sonunda perşembe günü havuza gidebildi, ayrıca projeye gösterdiği çalışma aşkı ve eskizleriyle gözde öğrenci konumuna yükselerek murat hoca tarafından elması kızartıldı. irem mantıyı çıkarmayacak anlaşıldı. ancak kendisi küçük bir makarna salatası krizi yaşadı. kendisine söz önümüzdeki hafta yapacağım. elif bütün hafta hüseyinin makedonyaya gitmesinden bahsetti. gözde ilk hafta bi japon bebeğe dokunarak teninin sert olduğunu hayal kırıklığıyla bildirmişti. artık sürekli japon bebeklere dokunarak onların tenlerinin sert olup olmadığını kontrol ediyor. sinem hoca gittiğimiz her yerde fotoğraf için poz veriyor. murat hoca da her akşam kapatmayı unuttuğumuz mutfak perdesini kapatıyor. ben iyileştim gibi. sürekli etrafı düzeltiyorum. hatta geçenlerde bütün yurdu süpürüp temizledim. bi de her gün markete gidip 40 dakika kadar abur cubur reyonuna bakıyorum. bi gün olmasa da bi gün tutturuyorum iyi bir şeyler. ayrıca sınıftaki kızların söylediği her şeyi tekrarlayıp kendilerini çıldırtıyorum. aradan seçtiğim kelimelerle az buçuk anlıyorum kendilerini ve artık benden 'japonca bildiğim düşüncesi'ne kapılarak yanımda konuşmaya hafiften çekiniyorlar. bi de iki tanesini türklere benzettim çok fazla sevindiler. zaten onlara pazartesi için bir türk gecesi hazırlandı. pazar gecesi saat 23.00de kobeden döndükten sonra mevcut geceye türk yemekleri hazırlamak için toplandık mutfakta. biber dolma, zeytinyağlı fasülye, börülce, poğaça, un helvası gibisinden yemekleri yapmaya koyulduk hep bir elden. ertesi gün jürisi olan biz 4ler bi yandan çizimleri bir yandan yemekleri yetiştirme telaşındaydık. peki sonra ne mi oldu? gelecek hafta=)


6 Temmuz 2010 Salı

nippon. nippon desu.




daha sanki dün yazdım sanırken ikinci haftamızı geride bırakmışız. şöyle kısaca toparlamak gerekirse; mütevelli heyetiyle tanışma şaşkınlığıyla başladı haftamız. her birimiz bir nevi düğün şıklığında giyinerek ayağımızda topuklu ayakkabılar şap şup gittik haftanın ilk dersine. sonra aldılar bizi otobüse ve götürdüler ana kampüse. önce okazaki hoca bize okulu, kendi tasarladığı bölümleri gösterdi. saatler 16.00yı gösterdiğinde mütevellinin kapısına dikildik ve kare oturma düzenine önce şuradan başlayın, yok yok buradan başlayın oturmaya telaşıyla geçtik yerlerimize. merhaba, diye karşıladı bizi okulun sahibi. adını söyledi türkçe. bir haftadır çalışıyormuş bizim için. sonra tek tek biz tanıttık japonca kendimizi, ve türkçe olarak nereli olduğumuzu falan söyledik. üşenmediler tek tek not aldılar. gerçi daha sonra sinem hoca dosya halinde yollamış kendilerine. yalnız bi sorun vardı. geldik koskoca mütevellinin karşısına. hiç bi şey yok masada. hani bari bi su olsaydı, öldük sıcaktan diye dertli gözlerle birbirimize bakındık. sadece minik bir çiçek vardı bir türlü yeri belirlenemeyen, özellikle de fotoğraf çekilirken oradan alınıp oraya konulan. ziyaretin kısa olanı makbüldür diyerek çıktık okuldan. otobüsün önünde beklerken tüm günün sıcağından, üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılardan bunalmış olan bizler, bizi yurdun orada bıraksalar, dedik murat hocaya. demez olaydık. önce kaç kişi yurda gidecek diye sordular, sonra kaç kişi okula gidecek diye sordular. sonra yine sordular. sonra o ona sordu. diğeri başkasına sordu. sordu. sordu. en sonunda karar verip, 'sizi yolda bırakmak güvenli değil, o yüzden hepinizi okula bırakıyoruz', dediler. güvenli değil? 10 dakikada bir saatte ortalama 40 km hızla araba geçen, kırmızı ışık sürelerinin nerdeyse 5 dakika olduğu, daha yayayı bisikletliyi 1 km uzaktan görünce durup bekleyen sürücülere sahip yolda bizi bırakmaları güvenli değilmiş. peki, dedik, bırakın bizi okulumuza. ha bu arada unutmadan sevgili mütevelli akşam bize renkli metal mukagawa university kutularında gofretçikler yolladılar. teşekkürler tekrar kendilerine.

çarşamba günü erkenden çıktık katsura sarayı yollarına. önce sinem hoca ve murat hoca girdi içeri. ancak ıssız bi yer burası ve saat sabah 11.00. sekiz kız aldık başımızı, keşfe çıktık etrafı. coffee & toast yazan bi duvar gördük. biraz ileriyi tarif ediyordu. umutlu umutlu yürüdük. küçük sevimli bir cafecikti burası. önden iki üç kişinin girmesiyle çıkması bir oldu. içerde bir sürü adam var, dediler. sanırım burası japoyanın kahvesi diye düşünürken yaşlı bi teyze geldi içerden ve davet etti bizleri. dikdörtgen şeklinde 5 masalı bir de minik servis barı olan küçücük bir yerdi burası. ortadaki üç masaya oturduk. en baştaki masada dedeler oturuyordu. en sondakinde de bir dede oturuyordu ki, büşra; gördün mü? diye sordu bana ağzı bir karış açık. kafamı bir çevirdim ki, yalnız dede elinde gayet bir porno dergisi, takılıyor. sonra diğer dedelere baktık, onlar da aynı. girişin yanındaki dergiliğe ilişti gözümüz. dedik, bari bakalım ne varmış? evet, hepsi gayet porno dergisiydi. dedeler gayet rahat ellerinde kahveleri dergilere bakıyor, teyzeler de servis yapıyorlardı. alkol falan da yoktu işin tuhafı. bi ara nazlı ben bi lavobaya gidiyorum dedi. geldikten sonra ayşegül de aynı şeyi söyledi ancak onunki biraz kısa sürdü. içeri girmesiyle dönmesi bir olmuştu. nazlı sen ellerini nerde yıkadın? lavabo yok içerde, ya da onlardan hangisi lavabo, diye sordu ayşegül. ehm şey ben ellerimi pisuarda yıkadım, dedikten sonra içlerine bir sürü süt ve tatlandırıcı eklememize rağmen acılığını bir türlü gidermeyen kahvelerimizi bitirip uzaklaştık buradan. sonra da uzun beklemeler ve gidip gelmeler sonucu grup grup sırayla girip gezdik katsura sarayını. 
cuma günü çay seremonisine katılacağımıza dair uyarıldık. evet şaka değil, sinem hocaya maddeler halinde yazılı olarak iletmişler kuralları. beyaz çorap giyilecek, dekolte olmayacak, pantolon olacak, takılar çıkarılacak, saçlar arkadan toplanacak, böyle biline!! itiraz etmeden uyduk kurallara ve söylenen saatte gittik okulun bahçesindeki geleneksel çay evine. sırayla anlatıldı ne yapacağımız ve başladı her şey gökçeyle. baş misafir amcanın anlattığı murat hocanın çevirdiği şekilde hoplaya sürüne koca kapı dururken küçük bi delikten daldık içeri selam vere vere geçtik yerimize. kimse istemiyordu o çayın tadına bakmayı amma şu baş misafir amcanın, şimdi ben içeceğim bu tatlıları da ben yiyeceğim siz de bakacaksınız, demesiyle zaten aç olan bizler bari şu bisküvilerden bi tane alsaydık, diye diz üstünde oturmanın verdiği bacak sızlamasıyla söylendik 4buçuk tatami ölçü birimli çay evinde. hani biz bardak bardak içeriz ya çayı düşünmeyiz bi kere de o kadar içiyoruz dur bi selam vereyim diye. peki onlar neden böyle seremonilere gerek duyuyorlar? cevabı aslında çok basitmiş. çay, japonyaya ilaç olarak gelmiş ilk defa. ondanmış bu kadar saygı. o kadar çay içerim, içmeyince resmen dengem bozulur daha bi kere böyle saygı göstermediğim için biraz utandım açıkçası kendimden. evet çay sen olmazsan sanırım hayat benim için de çok zor olur.

geleneksel okul gezilerinin yapıldığı cumartesi günü yağmur da geleneği bozmadı ve tüm gün yağdı da yağdı. tam iyileşiyordum ki yine ayaklarımın bir güzel ıslanması ve otobüsteki kapanmayan klima yüzünden hastalığım devam etmekte. ortalama 3 saat süren yolculuğun sonunda geldik ine ye. yemyeşil dağın eteğiyle denizin birleştiği yere sıra sıra dizilmiş geleneksel japon evlerinin oluşturduğu uyum o kadar huzurluydu ki. önce vapurla bi denizde dolaşar izledik manzarayı. süpersonik rehber teyzemizin anlattıklarıyla gezdik sokaklarda, inceledik evleri. sonra da teleferikle dağın yukarılarına doğru çıktık manzarayı izlemek için. burda manzara arkanızı dönüp bacak aranızdan manzara doğru bakmak gibi bir olay var. denizle gök yer değiştiriyormuş efsaneye göre. bi çok kez baktık amma sanırım hava kapalı olduğundan pek bir şey göremedik. ya da cidden efsane. emin değilim.

serbest gezilerimizi japtığımız haftanın son gününde osaka yollarına düştük. sanat müzesine gittik. kapalıydı. sanat olmadı bilim müzesine gidelim dedik, saat 15.00e kadar yer yoktu. neyse tokyoda daha büyüğü var, diyerek girişteki zeka küpü çözen robota kitlendik. 20 hamlede hop hop yapıyordu küpü. amma hep 20. biraz da aşmalı artık kendini diye düşünmekteyim. neyse aşırı güneşli ve sıcak havada yerlere yapışa yapışa gezdik osakanın arka sokaklarında. ilk başlarda ilginç gelen neredeyse on adımda bir soğuk içecek alınabilen makinelerin olması artık anlam kazanmıştı. gün batımına doğru umeda sky building e doğru yol aldık. ortası boş olan bu binadan 360 derece osaka manzarası eşsiz bir şekilde izleniyordu. her şey güzel de bir alt kattaki aşk yuvasını anlayamadım. kalpli asma kilitler, popo hareketiyle ışıkları yanan sevgi göstergesi, iki kişilik oturma yerleri, kalpli fotoğraf çekilme çerçevesi ve kalpli fotoğraf makinesi koyma sehbası ile cidden ilginçti.

ayrıca; geleneksel cumartesi gezilerinde her mola verdiğimizde japonlar gidip yiyecek ne varsa alıyorlar ve kokuyla bizi öldürmeye kalkıştıklarından haberleri bile yok. amma en korkuncu da sanırım bu japonların çok gürültülü olmaları hele ki mevcut gezi sırasında. hayır ironik bir şekilde sokaklar, kantin falan aşırı sessiz amma; asansör, tren, metro, gayet geleneksel kayık, vapur gibi ulaşım araçları ile marketlerdeki reyonların önünde sürekli konuşan bi teyze ses kaydı var, ki biz aynı teyze olduğunu düşünüyoruz, yani sürekli bi vıdı vıdı konuşma ve ha ha haaa gibisinden aynı kahkahalar duyulmakta. hele alış veriş resmen seremoniyle yapılıyor. kasiyer tek tek özenle alıyor elinizdekileri sayıyor 20 kere falan teşekkür ediyor, aynı özenle para üstünüzü geri veriyor. bi de her seferinde herhangi bir şey sayacaklarında cafede kişi olsun, markette aldıklarınız olsun, yeter ki birden fazla miktar olsun hep 'ichi, ni, san, shi, go, roku, nana....' diye üşenmeden tek tek sayıyorlar. ikişer, üçer falan gruplamayı bilmiyorlar sanırım. ilginç insanlar bu japonlar. trende hepsi hipnotize olmuş gibi kapaklı cep telefonu ekranına bakıyorlar ya da hiç umursamadan ayakta, murat hocanın omzunda falan uyuyorlar ve inecekleri durak geldiğinde çat kalkıp iniyorlar. kızlara gelince. bi kere tepkileri çok aşırı. aaaaaaaa, oooooooo, uuuuuu diye uzatarak her şeye fena halde şaşırıyorlar. kızlarla ilgili diğer bir vaka ise çok rüküş olmaları. aslında gayet gezdik alış veriş merkezlerini, ne de güzel kıyafetler bulduk amma kombine edemiyor bu japon kızları. zaten hepsi aynı giyiniyor neredeyse; ya normal tayt ya da ayaktan geçmeli tayt üzerine minnacık şortlar, kısacık etekler, 2 numara büyük topuklu ayakkabılar ki çapraz çapraz yürüyorlar (bu onlarda çekicilik sempatiklikmiş, hani küçük kızlar annelerin ayakkabılarını giyerler ya öyle), plastik terlikler, üzerine de yarım kollu önü kapalı bluzlar. erkekler ise ,ayırt etmek biraz zor olsa da, kadınlara benziyorlar. bi kere omuzdan askılı kadın çantası kullanıyorlar, çoğunun kaşları alınık ve gözlerinde sürme gibi bi şey var. diğer bir ayrıntı ise gözümüze takılan; elektrik telleri. hele ki ara sokaklar cidden bu konuda kabus gibi. birbirine geçmiş bir sürü kablo var. bazı bulvarlarda yok sadece amma sağ ya da soldaki sokağa kafanızı çevirdiğinizde kablolarla hemen karşılaşabiliyorsunuz. sokaklardan bahsetmişken; bitişik nizam sayılan ancak bitişik olmayan binalar var burada. aralarında 50 cm kadar boşluk var binaların ve bu boşluklar hem çok keyifli hem de inanılmaz temiz. bi de kent dokusunda bina ilişkisi yok. tek katlı bir binanın yanında gökdelen olabiliyor. bunun burda ne işi var diye kalakalıyorsunuz ortada. 

kısaca demiştim amma yine baya yazmışım. neyse son olarak; nazlısanın artık bisikleti var ve gayet de güzel kullanıyor. irem hala mantıyı çıkarmadı amma pişmiş kıyma çıkararak beni şok etmeyi başardı. murat hoca şemsiye kullanırken daha az ıslandı ve andonun binasında hepimizin aynı fotoğraf karesinde yer almasını sağlamak için makineyi kurduktan sonra koşup üstüne bi de merdivenlerden inerek rekor kırmış olabilir. sinem hoca, murat hocanın çikolatalı kruvasanını yemiş olabileceğini itiraf etti ki en başarılı kahvaltı seçmiştik bu kruvasanı. gökçe kantindeki abur cubur makinesindeki pembe tavşanlı paketin sırrını çözdü. elif ve gözde bile artık yemeklere isyan etmeye başladılar. ayşegül gelen meyveleri hemen yiyerek ertesi güne bırakılmaması gerektiğini öğrendi. büşrasan ise hala fotoğraf çekmeye devam ediyor. bana gelince, hala hastayım, hapşırmıyorum amma öksürüyorum. ayrıca, kızlar git gide japon olacağımı düşünüyorlar. şemsiyeyle bisiklet kullanabiliyorum. tüm bunlar dışında da hepimiz açız. tüm gün bir sürü ıvır zıvır yiyiyoruz amma elle tutulur bir şey yemiyoruz. bi de şu aralar hepimizin ağzına trendeki 'osaka, osaka desu' söylemi takıldı. o yüzden 'nippon, nippon desu' ya da türkçe meali ile 'japonya, japonyadır'.

28 Haziran 2010 Pazartesi

ilk haftanın sonunda


20 haziran pazar günü saat 19.30 da çıktık istanbuldan. gece türkiye saatiyle 00.30 (dubai saatiyle 01.30)da dubaiye vardık. bi kaç saat hava alanında bekledikten sonra dubai saatiyle 03.30da yolculuğumuza devam ettik. emirates'in süpersonik hizmeti yemeklerden özellikle o profiterolden çok da memnun kalmasak da güzel güzel uyumayı, önümüzdeki ekranlarda oyunla, filmle, ya da bence en başarılısı olan uçuşu ve uçuş rotası takibi göstergesiyle gayet de iyi oyalandık. uzun süren yolculuğun sonunda (evet 12saat kadar) nihayet saat. 19.30da japonyadaydık (türkiye saatiyle 13.30). 'hocam sanki bu hava alanında bi koku var?', 'ehem o koku japonyada var.' diyalogundan da anlaşıldığı üzere uzak diyarlarda acayip bir kokuyla kalacağımız yerin yollarına düştük.

evet artık 'ev'deydik. her biri küçük birer ev işlevi olan odalarımıza çıktık. neredeyse hiç eşya yoktu. amma işte koku, bi şey kokuyordu burası. odalardaki tatamiler, yastıklardan, çarşaflardan, yorganlardan, girişteki ayakkabılıktan, her şeyden sanki geliyordu bu koku. yurt hakkında miki sandan bilgi aldık. içeri giriş çıkışlar için parmak izimiz alındı ve çöp eğitimi verildi. kartonlar ayrı, plastik şişeler ayrı, şişelerin kapakları ayrı, ayrı da ayrıydı. hala alışamadık şu çöp ayırma işine. ayırıyoruz amma neyi nereye atacağımız konusunda büyük sorunlar yaşıyoruz. ilk market alış verişimizi yaptık ve akşam yemeğimizi yedik. yemekler, yemekler sanki kokuyordu. 
ve okuldaki ilk günümüz olan salı başladı. sunumlarımızı hazırladık ve düştük okul yollarına. hayır, burası gerçek olamazdı. bi kere inanılmaz sessiz, sakin ve temiz bi yerdeydik. on dakikalık bir yürüyüşün ardından vardık okula. tuğla ve brüt betonun birleştiği yemyeyeşil bir bahçenin içerisindeydi. hepimiz ağzımız açık bir şekilde okulu inceliyorduk. sıra sunum vaktine geldi. salona gittiğimizde içerde bir sürü öğrenci, büyük bir perde, mikrofon ve öğretmenler bizi bekliyordu. bi an afalladık ve fazla heyecanlandık, amma her şeye rağmen başarıyla atlattık sevgili sunumlarımızı. sonra da gittik ilk derslerimize. 3ler projeye, 4ler ikebanaya.

çarşamba bizim boş günümüz ve ilk tatilimiz olduğu için kyotoya oradan da osaka merkeze gittik. elifsanın doğum günü şerefine tüm gün yürüyüp yorulmamıza rağmen güne devam ettik ve dönme dolaba bindik. ordan da sushi bara gittik biramızı elifsanın şerefine kaldırarak dönen yemeklerden burnumuza kadar yedik yedik. boş tabaklarımız güzel güzel üst üste koyduk. tabak rengine göre hesap yapmaya çalışırken gelen garson abla elindeki elektronik bi cihazla tabakları üçe böldü, ona bi de bira için gelen tabakları ekledi, dı dıııııtt yaptıktan sonra sol tarafından adisyonu hoop çıkarıverdi. evet japonyadaydık her ne kadar yerde yatsak da.

sevgili perşembe biz 4ler ilk proje dersimize, 3ler de ilk ikebana derslerine gittiler. önce ders dinlemek için alt katta sınıfta toplandık. çeşitli anlatılardan sonra sözü sayın dekan aldı. bir ara slaytları gösterirken 'sanki bu resim biraz karanlık' demesiyle iki tane hoca koşturdular birer düğmeye bastılar ve bi anda ışıklar kapandı, arkadaki güneş perdeleri aynı anda aşağı inivermez mi? neyse yorum yapmıyorum ordan çıktık stüdyomuza. yalnız bu japonlar türkçe biliyorlar. üşenmemişler çalışmışlar, 'merhabaaa' diye karşıladılar bizi. stüdyo şaka gibiydi. çift ekranlı bilgisayarlarımız, kişisel masalarımız, biraz fazla kocaman sandalyemiz falan. amma bilgisayarlarda hala windows xp, office 2003, photoshop cs2 yüklü olması ironikti. zaten yerde de yatıyorduk. sonra başladık maketlere. 'nasıl ya bu spreyle kağıtları kartonlara yapıştırıyoruz, sonra kartonu kesiyoruz, üzerinden kağıdı geri çıkardığımızda hiç bir iz kalmıyor mu?' evet kalmıyordu. kızlar gayet sıcaklardı, zaten geçen senekilerden dolayı biraz daha rahat davranıyorlardı ve çok yardımseverlerdi. kalem, cetvel, falçata ne varsa verdiler bize. cuma günü maketlere devam ederken çevre binalar için strafor kesmemiz gerekiyordu. evet bunun da makinesi var. ısıtılmış bir tel eşliğinde gayet düzgün düzgün kesiliyor sevgili binalar. hem pratik, hem temiz. sanırım dönünce ben de bu makineden alacağım. neyse sonra yanımdaki kıza baktım bi ara arazi maketinde olmayan binaları yapıyor. neden bunları yapıyorsun, diye sordum, sormaz olaydım. siz siz olun bir japona neden ve ne soruları sormayın. kız bi süre yüzüme baktı. sonra diğer kıza sordu. o başkalarına sordu. sonra diğerleri geldi. beraber bi konuştular. üstüne hocalarını çağırdılar. bi süre onunla tartıştılar. hoca ingilizceye çevirdi bazı kısımları ve en sonunda bana 'bina yüksekliklerini mi istiyorsun?' diye bir soru yönelttiler. bu arada kıza, sen yapmışsın peki neden, diyorum. yok, cevap yok. neyse, dedim, evet verin bana da yükseklikleri siz de ben de kurtulalım. hemen buldular bilgisayardan, yazıcılar da sınıfta olduğundan bu sorunu da böylece çözdük. ha bu arada nedenmiş söyleyeyim ben: uzakta da olsalar bu yapıların yükseklikleri ve büyüklüklerin oluşturduğu dokuyu kavrayabilmek içinmiş her şey.

o değil de ilk bi kaç gün yiyebildik yemekleri de daha sonra kopmaya başladık. ya aslında güzel sayılırlar amma ya alışamadık her gün olmasına, ya da çabuk bıktık. bi de sanki biraz küçük burada porsiyonlar? hele bi karpuz dilimimiz vardı ki kıyamadık yemeğe. gerçi baya lezzetleydi amma cidden kıyamayıp ertesi güne bırakanların karpuzlarını götürdükleri için yiyemeyenler adına daha fazla konuşmamak lazım. karpuzdan sonra da bi mısır krizi yaşadık bugün. resmen haşlanmış mısırı utanmamış 3e bölmüşler. zaten çok tatlıydı. ı ıı, olmamış, yiyemedim, benim damak zevkime göre değil. hele sabah kahvaltısı için bırakılan o güzel görünümlü keki sanırım pişirmeyi unuttular. şöyle ki en büyük eksiklik bana göre buradaki 'tatlısızlık' bu kadar 'tatlı' insanın içinde. ayrıca burda iremsanı unutmamak lazım. belirli aralıklarla çıkardığı kek, sarma, katmer olsun bizi bizden alıyor. bakalım o bavuldan daha neler çıkacak. 'irem senden kesin sarma çıkacak' dedikten 3 gün sonra pat diye çıkardı ya o sarmayı, evet şimdi mantı bekliyorum, vallaha yok diyor amma inanmıyorum kendisine.

cumartesi günü okulun gezi günleri. sabah 09.00da kalkıyoruz dediler ve kalktılar. bizi yağan yağmurla beraber proje için çalışacağımız adaya götürdüler. pasifik okyanusundaydık. ve çok güzel 'big fish'ler vardı denizde. amma çok yağmur yağıyordu. ayaklarımız fazlasıyla ıslandı. hiç biri de itiraz etmiyor, herkes hayatından mutlu falan otobüse bindik konumuzla ilgili olarak nehir yerleşimi örneği görmeye gittik. yok burası gerçek olamazdı artık. bu kadar da değil. kayıklarla iki tarafı geleneksel japon yapılarının olduğu yeşilin içinde tur attık. tek sorun o bizi hiç bir yerde bırakmayan hoparlördü. yol boyunca ince sesli kadın (sanıyoruz ki asansörde sürekli konuşanla aynı kadın) anlattı da anlattı. yalnız sevgili yağmurdan o kadar ıslandık ki evet ben hala hastayım. burnum akıyor, öksürüyorum ve 2şer 2şer hapşırıyorum.

dün yani pazar, osaka merkezde önce dünyanın en büyük dönme dolabına bindik. ben büşraya küstüm. bi oturtmadı beni. sağda oturuyorum üstüme yatıyor, sola geçiyorum bi kafanı eğ diyor, tepeme çıktı hep fotoğraf çekerken. en son dedim, al tamam sen otur bütün yerde, geçtin karşı tarafa ayşegülle nazlının yanına. burda da rahat yok ki, yine çıktı tepeme. işin şakası, tuzu biberi tabi bunlar, amma büşrasan öyle böyle değil cidden iyi fotoğraf çekiyor. bi de büşrasanın makinesiyle çekelim... sonra da akvaryum müzesine gittik. koccaman ve küççücük çeşit çeşit bissürü balık, penguen, canlı bulunmaktaydı. yukarıdan başlayıp aşağı doğru rampayla inerek ilerliyorduk müzede ve ilerledikçe okyanusun içine dalıyorduk sanki. 'lütfen ellerinizi yıkayın diyor nazlısan, sen yıkayacak mısın?', 'yok ya ne yıkaması', 'amma yıkayınca balıklara dokunabiliyo-' 'hemen yıkayalım o zaman'. evet vıcık jöle kıvamı ile tırtırlı iki tipi sevdik baya. buradan da imax sinemasına gittik. öyle bir perde yok. izledik 3d national geographic hubble teleskobu belgeselimizi. ya da uyuduk güzel güzel laf aramızda. günün sonuna doğru ahtapotlu bir japon yemeği ardından güzel bir caddede bir kaç saat yürüyüş yaptık. evet kaldığımız yerin sessizliği gayet güzel amma yok ben şehir insanıymışım, bunu tekrar anladım.

tüm bunlar dışında hepimiz birer bisiklet aldık. herkesinki gri benimkisi mavi. okula falan bisikletle gidiyoruz. nazlısan da kastı öğrendi bisiklete binmeyi, yağmur demiyor, sıcak demiyor, sürekli çalışıyor.

bir de akşam sohbetlerimiz ki gökçenin anlatılmaz yorumlarıyla bizi kıran geçiren, çaylarımız, enfes kokan türk kahvemiz, mükemmel ötesi gül lokumumuz (tabi sinem hoca bitirmediyse) ve toplanma mekanımız internet odamız var. eternet kablolarına dolana dolana aile, arkadaş vs. kim varsa ulaşma çalışıyoruz 6 saat zaman farkını göze alarak. bi tane kablomuz yan odaya uzanabiliyor ve gözdesan bi anda başka bi kişiliğe bürüneek kıbrıs şivesiyle ailesiyle konuşmaya başlıyor.

şimdilik her şey yolunda. sanki aylardır burada gibiyiz. artık kokmuyor sanki burası ya da benim burnum tıkalı olduğundan ben duymuyorum kokuyu. bu geçen bir haftanın sonunda kısaca özetlemek gerekirse, japonya kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir ülke, özellikle de yanınızda burada uzun süre yaşamış ve burayı, bu kültürü iyi tanıyan murat hoca varsa. benim hayalini kurduğum ütopik dünyam meğer varmış, orası burasıymış. insanların birbirlerine, yemeğe, doğaya, binalara, hatta çöplere bile saygıları var. yüzlerinde sürekli bir gülümse ile hayata bağlıyorlar sizi. takım elbisesi, topuklu ayakkabısıyla işe; okula; her yere bisikletleriyle gidiyor insanlar. 50 yıllık, 100 yıllık binalar sanki daha dün yapılmış gibi. teknolojik açıdan fazlasıyla ilerdeler amma asimile olmamışlar. geleneklerini korumuşlar ve teknolojiyi ona sindirmişler. bilmem kaç tane fonksiyona sahip tuvaletleri var. yurda parmak izi ve şifreyle giriyoruz, her odada klima var, dünyanın en hızlı internet ağına sahip olmalarına rağmen kabloyla nete bağlanıyoruz, 900lerle 15 dakikada film indiriyoruz bi yandan, youtubeda videoyu açıyor hemen izliyoruz, amma amma işte sonra da yerde yatıyoruz.

5 Haziran 2010 Cumartesi

12

abimle, ana cadde üzerinde amma sessiz sakin olur diye merkezden biraz daha ilerde giriş katında bahçeli bir eve çıkmıştık. geçen yıl enverle bi festivale giderken otobüs beklerken yürümüştük bu yolda. alışveriş yaptığımız bakkalın biraz ilerisindeydi. akşama doğru eve gidiyordum. hava kararmak üzereydi. evin karşı tarafındaki boş yerlerden bir tanesine düğün salonu açılmıştı. önü baya kalabalıktı. yan apartmana da fotoğrafçı açılmıştı. hatta karşıya bir de ayakkabıcı açılmıştı. şaşkınlıkla girdim apartmana. artık sessiz olmayacaktı burası. anahtarımla kapıyı açtım. dar koridorda açık ahşap renkli kocaman bir askılık duruyordu. üzerinde de benim siyah ceketim asılıydı ve ceket ağırlık yaptığı için askı eğik duruyordu. zorlukla girdim içeri. kayacak başka yer yok muydu bu meredi? evet yoktu. abim arka odadaydı. yanına gittim. kapıyı neden bu kadar gürültülü açtın, dikkat et biraz, üst komşuları rahatsız edeceksin, diye azarladı beni. neymiş üstteki çocuk çok dikkat ediyormuş ve sırf biz rahatsız olmayalım kapı çarpmasın diye rüzgarın yönüne bile bakıyormuş. peki, dedim, bu arada karşıya düğün salonu açılmış gördün mü, diye sordum abime. o sırada kapı çaldı. abim kapıyı açtı. üst kattaki çocuk gelmişti. o da aynı durumdan şikayetçiydi. abimle bu konu üzerine ne yaparız diye konuşmaya başladılar. ben yanlarında oturuyordum ve üst kısmım çıplaktı. kollarımla göğüslerimi örtüyordum amma ağrımaya başlamıştı kollarım. bahçeye çıktım sonra. burdan mutfağa geçiliyordu. ev çok kalabalıktı. annem, yengem, halamlar, kuzenler herkes içerdeydi. annem çay yapıyordu. bardakları hazırla, dedi bana. yengem de yanındaydı. çocuklar koşuyorlardı mutfakta. o sırada kuzenim çay bardaklarından birini devirdi masanın üzerine. silmek için bez alacaktım ki anneannem bir türlü vermedi bezi çay lekesi olur da çıkmaz diye. üç tane bembeyaz bez duruyordu lavabonun orada ve seçemiyordu anneannem. en sonunda verdi bi tanesini sildim masayı. annem büyük bir leğenle geldi mutfağa. buzluydu ve içinde çubuklara sarılı renk renk şekil şekil dondurmalar vardı. çocuklar baya sevinmişlerdi. bir sürü su bardağı çıkarmaya başladı annem. yengem ağız kısımlarını pudra şekerine buluyordu bardakların. dondurmaları buzdan çıkarıp bu bardaklara koymaya başladılar. bu kadarı fazla değil mi, diye sordum. olsun yenilir, dediler. annem görevi bana teslim etti ve içeri gitti. elim üşümüştü biraz amma çok güzel görünüyordu dondurmalar. 

festival çıkışı yol çok kalabalıktı. enverle birbirimizi kaybetmemeye çalışıyorduk. haticeyi gördük sonra. hey, diye seslendim, nerelerdesin sen? umursamadı pek beni. başka birilerine bakınıyordu. benimle gelin, dedi. arkasına bakıyordu sürekli. yeni bir eve taşınmıştı beşiktaşta. 2+1 ve 450 liraya denk getirmişti. kocamandı evi. banyoya girdim ben, burası da kocamandı. ayrıca çok yüksekti duvarlar. enver diğer odadaydı. hatice bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. tanımadığım bir çocuk geldi o sırada. işler karışıktı, anlamadım. sonra anlatırım, dedi hatice. çıktık enverle evden. denizle gözde vardı yanımızda. birer bira içelim diyorduk. enver bi anda elimden tutup hızlı hızlı yürümeye başladı. yetişemeyecekler bize, dedim. umursamadı beni ve çok pahalı bir restoranta soktu. içerisi çok lükstü. sandalye yerine koltuklar vardı. duvardaki afişlerde indirimli şaraplar yazıyordu. keman çalan amcalar vardı. ana salonu geçince localardan oluşuyordu burası. enver birisine doğru gitti. oturduk buraya. garson denememiz için bir şişe şarap ve iki kadeh getirdi. içtiğim en lezzetli şaraplardan biriydi. sonra peynir tabağı getirdi garson. ancak tabakta bir kiloluk koca bir kalıp peynir duruyordu. tadına baktık. peynir de baya lezzetliydi. ne kadar bunun kilosu, diye sordu enver garsona. 400 lira, dedi garson. o zaman biz üç gram alalım, dedi enver. bir kadın geldi o sırada. bize, dövme yaptırmak ister misiniz, diye sordu. elinde iki tane çizim vardı. bunlar çok gidiyor, herkes bunları yaptırıyor, dedi. saçları ahtapot kolları şeklinde olan ilginç bir insan figürüydü biri. enver onu baya beğenmişti. aklındaki dövmeyi anlatmaya başladı. kataloğunuz var mı, diye sordu kadına. yoktu. gelin alt kata geçip detayları konuşalım, dedi kadın. enver hevesliydi bense geçen gün yaptırdığım dövmenin acısını çekiyordum.