9 Aralık 2010 Perşembe

13

içerden tıkırtılar geliyordu. duyuyordum sesleri. enver bilgisayar masasının karşısında sandalyesinde, bense yanındaki yeşil minderde oturuyordum her zamanki gibi. bilgisayardan bi şeyler gösteriyordu enver bana. hemen yan taraftaki kapıdan koridoru görebiliyordum. banyodan lacivert takım elbiseli, uzun boylu, zayıf bir adam çıktı. korkudan titremeye başladım. konuşamadım önce. nerden girmişti ki bu adam? kapı kilitliydi ve arkasında sandalye vardı, pencereler de kapalıydı. envere döndüm. titreyerek, enver içerde biri var, diye fısıldadım. sandalyesiyle bana döndü enver ve, enveğğr içeğdee biri vağr, diye benimle dalga geçerek tekrarladı söylediklerimi. korkuyordum. anlatmaya çalışıyordum adama belli etmeden amma enver beni dinlememekte ısrarlıydı. umursamıyordu. tedirgin bi şekilde koridora doğru başımı uzattım ve o da ne, bi anda göz göze geldik adamla. sinirle odaya doğru yürümeye başladı kolormatik gözlüklü, beyaz saçlı, lacivert takım elbiseli adam. enver, geliyor, enver imdat, diye bağırmaya çalıştım. sesim çıkmıyordu. enverse beni duymuyor bilgisayarına bakmaya devam ediyordu. adam daha da hızlandı, tam odaya gelmişti ki ellerini bana doğru uzatarak... silkelenerek bi anda kalktım yataktan.

5 Aralık 2010 Pazar

bazı acayip davranışlar

başım fazla dönüyor, ağrıyor. bazen dayanamıyorum acısına. beynim sanki sıvılaşmış gibi, hareket ediyor, çeperlere çarptıkça daha da acı veriyor bana.
midem fazla bulanıyor. kusuyorum zaman zaman.
düzenli bi hayata geçtim gibi; düzgün besleniyorum, enver evde, uykum normal.. amma hala isteksizim. istemiyorum hiç bir şey yapmak. demek ki bunlar değilmiş beni engelleyen nedenler.
kendimi sıkmasam yine çok fazla uyuyabilirim.
artık rüyalarımı eskisi gibi hatırlayamıyorum.
insanlar hakkında kötü düşüncelere sahibim. çoğu kimseler batıyor bana.
fazla küfrediyorum.
içim çok sıkılıyor.
geceleri korkuyorum. sanki diğer odada birileri var. ya da sanki birileri beni izliyor gibi hissediyorum.
çok para harcıyorum. hala da harcamak istiyorum. çalışmak için uğraşmıyorum. borçlarımı umursuyorum amma çok da takmıyorum.
kendimle çok çelişiyorum.
düşüncelerimden emin değilim.
fazla konuşuyorum.
fazla susuyorum.
kendi kendime çok konuşuyorum.
çabuk sinirleniyorum. bazen ilginç tepkiler veriyorum. küsüyorum.
insanları dinler gibi yapıyorum. dinlemediğim anlaşılmasın diye çok detay bi kelimeyi bulup, hakkında soru soruyorum.
müzik dinlemek bile beni yoruyor.
kitap okuyamıyorum. hatta uzunca bir paragrafı bile bitiremiyorum.
odaklanamıyorum.
algılamakta zorlanıyorum.
unutuyorum.
bedenen acı çekmeyi seviyorum.
uzak yerlere gidesim var. şimdi deseler, düşünmem giderim.
insanlar benden rahatsız oluyorlarmış gibi hissediyorum.
kafam çabuk güzel oluyor. alkol mideme dokunuyor. amma içmek istiyorum.
bazı insanlara ciddi zararlar vermek istiyorum.
çok yorgun hissediyorum. kaslarım ağrıyor.
özel hiç bir uğraşım yok. sıkılıyorum.
enverin bana 'kendine uğraşacak bi şeyler bul' demesi ciddi anlamda canımı acıtıyor. ona göre bulabilirim amma hiç mi hiç içimden gelmiyor.
inanmıyorum.
aynaya bakmayı sevmiyorum.
her yer sürekli pis gibi geliyor. temizlik yapsam da temizlenmiyor.
çok sık ve uzun süre banyo yapıyorum. sıcak su beni rahatlatıyor.
biri bana laf söylediğinde kendimi savunamıyorum. söyleyeceklerimi unutuyorum, haklısın diyip geçiyorum.
karar veremiyorum.
kendimi düşünmüyorum.
okul ne olacak hiç bilmek istemiyorum.

24 Eylül 2010 Cuma

beşinci hafta: stres doruklarda.



proje dersi çıkışı; mukogawa üniversitesinin amerikan kültürü ve edebiyatı son sınıf öğrencilerinin akşam saat altıda başlayan sunumları için toplandık mimarlık fakültesi kantininde, sondan bi önceki pazartesi. önce hem latin harfleriyle hem de kanjiyle isimlerimizi yazdılar, sonra tek tek kendilerini tanıttılar bize. son sınıflardı amma ingilizceleri cidden çok kötüydü. bizim de çok iyi değildi zaten amma işte sonuç olarak anlıyorduk birbirimizi. bir sürü içecek ve abur cubur almışlardı japonyaya özgü. kağıt bardaklara isimlerimizi yazıp içeceklerimizi ikram ettiler. sonra gruplara ayrıldık. kendi kültürlerini öğretme hevesi içinde bizlere geleneksel mürekkeple yazı yazmayı öğrettiler. origamiden sepet, yıldız, kuş yaptırdılar. kendi çektikleri japonya fotoğraflarını gösterdiler. tam alışmıştık ki, hoop bitti, dediler. peki bakalım, dedik, bi anda toplayıverdiler etrafı. artık bu özelliklerine alışmıştık. döndük biz de yurdumuza.

cumartesi günü 3lerin, diğer çarşamba da biz 4lerin final projesi teslimi olduğu için proje açısından en yoğun haftamızdı. geçtiğimiz haftalarda olduğu gibi çarşamba-cumartesi gezileri yapılmadı. okula gittik, maket yaptık, yurda döndük proje çizdik genel olarak. akşamları yemeklerimizi alıp nehir kıyısına giderek ödüllendirdik kendimizi, ya da proje aralarında mister donut a gidip en çikolatatlı olarak keşfettiğimiz donutu yiyerek. 

perşembe günü bi ara üniversite içerinde geçen yıl açılmış olan türk kültür merkezine gittik. türkiyeden fotoğraflarla doluydu duvarlar. nazar boncukları, türk kahvesi cezveleri, fincanları, sefer tasları, çiniler, seramikler sergileniyordu içeride. ilginçti. dünyanın bir ucunda çoğu türkiyeyi duymamışken böyle bir yer vardı bu üniversitede. murat hocanın japonlara türkiyeyi güzel tanıttığının bir yansıması olmalıydı. yoksa nerden kalkışırlardı, bu kadar saygı ve sevgi gösterirlerdi ki biz tanımadıkları türklere?

cuma günü gündemde 'basketball' vardı. 3lerin proje teslimi ertesi gün olduğundan katılmaları beklenmiyordu ancak bazılarının haberi bile yokmuş. sinem hoca nazlıyı görmüş koridorda, haydi basketballa, demiş. nazlı da; basketball mu, basketball ne demek, diye cevap verebilmiş. sinem hoca da kızcağızın başına proje vurdu sanıp azad etmiş kendisini, oysa haberi olmayan nazlıymış. sonradan efsaneleşti tabi nazlının bu soru kalıbı aramızda. neyse efendim biz 4lerden de ayşegül ve gökçe gitmişler. biz de unutmuşuz büşrayla. sonra bi ara japon kızlar geldi sınıfa. ayuşeguri-san, muratto-sensei diye kendi aralarında konuştular epey bi. akşam yurda gidince anladım neler olduğunu. meğersem murat hocayla ayşegül japonları yenme uğruna hırs yapıp topu kapmaya çalışırken murat hoca ayşegüle sağlamca bi çarpmış. biraz darbe alsa da iyi sayılırdı ayşegül. 

en stresli hafta sonumuza girmiştik. ben bütün gün yurttan çıkmadım, yalnız başıma bilgisayarımla çizim yaptım. herkes okuldaydı. 3lerin teslimi vardı. akşam geldiklerinde bi sorun olduğu belliydi. elle çizimi yerine bilgisayarda çizdikleri için yazıcıların gazabına uğramışlardı, ertesi gün tekrar teslim edeceklerdi projelerini. ancak bu pazar tadao andonun church of lightına gidecektik. iki hafta öncesinden alınmıştı randevu. gergin bekleyişler, toplanmalar, konuşmalar, stres, sinir, mutsuzluk, hayal kırıklığı içinde alındı karar: 4ler sinem hocayla gidiyor, 3ler murat hocayla okulda kalıyor. içimize sinmeye sinmeye çıktık yola. öncelikle her zaman bindiğimiz tren istasyonundan her zaman bindiğimiz yönde bindik trene. tam aktarma yapacakken bi teyze belirdi yanımızda. konuştu bizlerle japonca. anladık biz de çat pat. türk olduğumuzu duyunca şaşırdı, havaları sordu. sonra bu teyzenin başka bi teyze arkadaşı geldi. haydi bu tren dediler, bindik. bizim teyze arkadaş teyzeye bizden bahsetti. aaa, oo diye şaşırdı arkadaş teyze. teyze? teyze nerde? biz sanki yanlış yöne mi gidiyoruz? sorularılarıyla kalakaldık. evet, teyze bizi kandırmıştı. apar topar indik trenden. geri döndük. bu sefer genç bi adam takıldı bize. ben de oraya gidiyorum, dedi ingilizce. haydi o zaman, dedik. sonra bi anda bi süredir ingilizce konuşmakta olduğu sinem hocaya, can you speak english? diye sordu bu adam. hemen sayanora, diyerek uzaklaştık kendisinden. sonra bindik başka bi trene. kendi aramızda konuşuyorduk ki; spor giyimli, boynunda havlusu, gözlüklü, uzun boylu, japon olmayan bir adam; pardon siz nerelisiniz, diye sordu. türk, deyince, aa tamam ben almanyadayken türk arkadaşlarım vardı, oradan tanıdık geldi konuşmalarınız, dedi. çok fazla yerde kalmış dünya üzerinde, epey anlattı. japoncası gayet iyiydi. murat hocanın rehberliğini üstlenmişti. şans bu ya evi church of lightın oradaydı. ancak bilmiyordu kendisi. davet ettik, kırmadı, geldi bizlerle. neden bilmediğini biz de anlamıştık. çünkü o kitaplarda gördüğümüz kadar ihtişamlı değildi bu bina. çok minimal, kendi halindeydi. biraz vakit geçirdik, fotoğraf çektik, veda ettik andoya. bizi istasyona kadar bıraktı yeni rehberimiz. boş bir vaktimizde evine davet etti bizi, yemek yapacaktı bize. amma vaktimiz yoktu. son haftamızdı. en yoğun haftamızdı. isterdik kendisini bir kez daha görebilmeyi oysa. 

nishinomiyadaki son haftaya giriyorduk. haftaya projeler teslim edilmiş, okul bitmiş, tokyoya gitmiş olacaktık. sanki daha da alışmıştık buraya, kızlara, okula. çok hızlı geçiyordu zaman güneşin doğduğu ülkede. keşkeler duyulmaya başlamıştı artan özlemle beraber.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

gelemeyen hafta



ilk üç hafta gayet güzel güzel yaşama alışmışken; bi anda dokuz ayın çarşambasının toplandığı o pazartesiden sonra, günler ışık hızıyla geçmeye başladı japonyada. hele ki biz 4ler için. her şey ara jüriyle başladı. indik elimizde maketler, çizimler sunum sınıfına. adımız yazılı olan panel ve masalara yerleştirdik projelerimizi. ilk olarak elimize sınıf listesinin olduğu bir kağıt verdiler ve sergi misali projeleri gezip yorum yazmamızı istediler. bir süre sonra başladı jüri. ön sıraya dizilmiş sandalyelerde hocalar, hemen arkalarında da öğrenciler yerlerini almışlardı. sınıf içerisinde tavanda hareket eden sürgülü dev panellere asılan projeler sunulmaya başlandı. aynı zamanda kamera eşliğinde maketinizin yansıması da bu dev panelin üst tarafında gösteriliyordu. istanbulda hocaların sandalyelerini sürüye sürüye devam ettirdikleri jürilerden sonra evet gerçekten enteresandı. japon dedik. yapıyor dedik. ingilizce konuşamıyor, anlamıyor amma yapıyor dedik. biz sunumlarımızı ingilizce yaptık, anlamadıkları için tabiki de murat hoca japoncaya çevirdi söylediklerimizi. artık öyle bi an gelmişti ki; ingilizceleri japoncaya, japoncaları türkçeye çevirmekten sistem kiltlendi ve benim jürimde bir anlığına benim ingilizce anlattıklarımı türkçeye çevirdi murat hoca. bi an noluyor dedik, amma hemen ctrl+z hızında japonca çevirmeye devam etti kendisi. jürilerimiz bittikten sonra hemen türk gecesi hazırlıklarına başladık. ben yurda gidip pilav yapacaktım. amma önce bi co-op'a uğradım tavuk bulyon almak için. evet varlığından şüpheliydim. sadece şansımı deneyecektim. ve ingilizce bilmeyen market görevlisi teyzeye, şu an sorsanız hatırlayamayacağım bir şekilde anlattım tavuk bulyonu. ve buldum. bulmanın verdiği gazla, ben bu pilava şehriye de koymalıyım, diyerek yeni maceralara yelken açtım. tabiki de şehriye yoktu. bulduğum çok ince spagetti makarnalardan alarak tel şehriye olarak kullanmaya karar verdim. o da yetmedi, haşlanmış nohut buldum, her ne kadar pakette on tane falan da olsa. yurda gittim ve tereyağlı, tel şehriyeli, tavuk sulu, nohutlu türk usulu pilavı yapıp bisikletime atlayıp okula yettim. bir yandan demleme çaylar, türk kahveleri; diğer yandan dolmalar, lokumlar japonlara ziyafet çektik. çok beğenmişlerdi yemekleri. bi de üstüne nerden öğrendilerse kahve falı baktırdılar bize. biz de uydurduk bi şeyler. bunun dışında onlar sordular biz anlattık yemekleri, türkiyeyi. okazaki hoca elinden çay bardağını düşürmedi ve bir kaç kere çayın nasıl demlendiğini sordu. okulun rektörü üzerinde istanbul t-shirtü ile, morimoto hoca ve biz türk kızlar başımızda yazmayla, sinem hoca ve japon kızlar yukatayla bulunduk etkinlik süresince. tam her şey bitmişti ki arkamızı bir döndük toplamışlar her şeyi. ne bir çöp, ne bir bulaşık hiç bir şey bırakmamışlar. yine şoklar içinde bıraktılar bizleri.

çarşamba günü yağan yağmura aldırmadan düştük nara yollarına, geyikleri görmeye. ben geyik derken bu kadarını beklemiyordum açıkçası. baya bildiğin onlarca geyik, her yerde hem de. yemyeşil bir alan içerisinde. yanınıza geliyorlar, kendilerini sevdiriyorlar, ve sizden bir şey bekliyorlar; gofret! oradaki dükkanlarda satılan gofretlerden aldık biz de verdik geyiklere. murat hoca önceden deneyimli olduğundan elinde gofreti sallaya sallaya 8-9 tanesini topladı peşine. ordan oraya geyiklerle koşturdu hayvancıkları. burada, dünyadaki en büyük ahşap yapı olan todaiji tapınağı ve içerisinde yine dünyadaki en büyük buddha heykeli bulunmakta. ne kadar büyük olabilir demeyin? görünce 'yüce buddhaaaaaa' diye kalakalıyorsunuz. içerdeki küçük şeytancıklar da cabası. ağaç kovuklarından oyularak yapılmış bu küçük şeytancıkların ayak baş parmağı benim yarım kadardı. öyle bir kovuk da nasıl bulunmuş hala düşünmekteyim. içerde bulunan başka bir ağaç sütununa geçmek gerekirse, kendisi yeniden doğuşu simgeleyecek biçimde alt kısmı oyulmuş. buradan geçebilirseniz günahlarınızdan sıyrılıp ana rahminden geçerken ki zorluğu tekrar yaşayarak yeniden doğuyorsunuz. bunu kim mi denedi aramızdan? tabi ki de evimizin küçüğü nazlı-san.

cumartesi günü son  okul gezimizi gerçekleştirmek üzere sabahın köründe hiroshima yollarına düştük. geçen gezilerin aksine daha sessizdi sanki bu defa otobüs. 5 saat süren yolculuğun ardından ilk önce miyajima ya geldik. japonların suyla iyi ilişkiler kurduğu ahşap iskelelerden oluşmuş yarı açık bir alan üzerinde, yer yer ayaklarınızı suya sokabileceğiniz bir yerdi burası. ve tabi ki de o hepinizin görseniz 'aa ben bunu biliyorum' diyebileceğiniz denizin ortasındaki kırmızı ahşap tarihi kapı.

1945 yılında ilk atam bombasının atıldığı hiroshimaya geldik. önce 1921 yılında sergi amaçlı yapılan, bomba atıldıktan sonra diğer yıkıntılara göre daha az zarar görmesiyle kaldırılmayan ve bir anıt haline getirilen atomic bomb dome a gittik. insnaın gerçekten tüylerini ürperten bir binaydı. 100-150 metre ilerdeki hiroshima barış parkına yürüdük. hiroshima barış müzesi de burada bulunmakta ancak kısıtlı zamandan dolayı içerisine giremeyip sadece dış çevresinde vakit geçirdik. yemyeşil alan, parkın içerisindeki su, çevredeki binalarla sanki atom bombası hiç patlamamış gibi etkileyici bir görüntüye sahipti hiroshima. bu arada birisi mi eksikti? sanki, sanki gözde yoktu. bi süre kimseye çaktırmadan elifle aradık, gözdeyi. ama yoktu. gerginlik, bekleyiş, korku, bir şey yapamama ve çaresizlik. kimse bir şey bilmiyor. murat hoca indi otobüsten, biz devam ettik dünya barışı için yapılan kiliseye doğru. vardığımızda gözde ve murat hoca oralardı. kubbenin orada kalmış gözde-san. ve yanegisawayı arayarak ulaşmış japonlara. neyse ki aramızdaydı. bu arada belirtmek gerekirse kısaca; japonyada gördüğüm en kötü binaydı church of world's peace. ne tasarım olarak ne de uygulama olarak pek olmamıştı sanki.

haftanın son günü ise tadao andonun sayamaike müzesine gittik. inanılmaz sıcak havadan bitmiş hallerde iken bir anda karşımızda beliriverdi brüt betondan bir kütle. içine girdiğimizde çöldeki vaha misali inanılmaz bir su ögesiyle karşılaştık. suya girmemek için zor tutuyorduk kendimizi. neyse ki şelale efektiyle korkuluk oluşturulan dış koridorlarda ellerimizi suya değdirebiliyorduk. ilerleyen dakikalarda müzenin terasını keşfettik. yeşillikler içine sanki biz uzanalım, dinlenelim diye ahşap bir platform tasarlanmıştı. uzunca bir süre uzandık burada, nazlısan da her zamanki gibi eskiz yaptı. son olarak elif dayanamayıp suya girdi. iyi ki de girmiş. böyle de keyifli bir yerdi burası.

şimdi düşündükçe ne kadar güzelmiş diyorum acısı ve tatlısıyla. keşke oralardayken zaman bulup yazabilseydim diğer haftaları da. gerçi taslakların üzerinden geçip şimdi yazmak da sanki hala oradaymışım gibi hissettiriyor. yazma konusunda ikilemler arasında kalarak, merak edenler için belirtmek gerekirse; evet kalan haftaları geç de olsa yazacağım. peki ben bunları yazarken diğerleri ne mi yapıyor olacak? ayşegül amerikaya vardı, gözde kıbrısta, gökçe bursada, irem ıspartada, elif hüseyinle bodrumda, sinem hoca izinde balıkesirde olabilir, büşra sanırım vandan döndü istanbulda, nazlı ve ben de istanbuldayız, murat hoca da izinde ve istanbuldaymış. baya dağılmış durumdayız kısacası. tekrar görüşmek üzere; sayanora.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

japonya insanın kendine yakışanı giymesidir.



tam ortasındayız artık. bi bu kadar sonra dönüyoruz. özledik istanbulu fazlasıyla amma yavaştan da alıştık sanki buraya. sadece gezmek dışında, burada yaşamı tanımaya fırsatımız olduğu için bağlanıyoruz buraya. peki naptık biz geçtiğimiz hafta? 3lerin 9 temmuz cuma, biz 4lerin de 12 temmuz pazartesi jürisi olduğu için okulda fazlaca vakit geçirdik. bisikletlerimizle ara ara gezmeye gittik. salı günü ışıklarda bi kıza lalaport a nasıl gidebileceğimizi sorduk, aldı bizi götürdü, ben de oraya gidiyorum, diye. aldık kahvelerimizi, tatlılarımızı oturduk starbucksa. ve başladık sohbet etmeye. hiç tanımadığı 4 yabancı kıza sanki yıllardır tanıyor gibi içten davranıyordu bu japon kız. sonradan söyledi, aslında işi yokmuş bizim için gelmiş. akşam da facebookta ekleyip her birimize teşekkür mesajı atıp tekrar görüşmek istediğini söyledi. basit bi olay gibi görünse de aslında burdaki insanları da git gide tanımaya başlayınca bunun japonlara özgü nezaketin sadece küçük bir örneğiydi.

çarşamba günü malum jürilerden dolayı gezmek için dışarı çıkamadık. yağan yağmur eşliğinde akşama kadar okulda takıldık, projemizi yaptık. perşembe için sınıftaki kızlarla yemek için sözleştik. bizi uzunca bi yoldan lalaporta götürdüler. dedim, buranın daha kısa yolu var. bilmiyorlardı. ertesi gün google earthden gösterdim. aaaaaaaaaaaaaaa, dediler. neyse bi süre ne yiyeceğimize karar veremedikten sonra açık büfe ekmek çeşitlerinin olduğu bi restorantı seçtik. çok aç değiliz deyip 2şer kişi bir yemek alıp ekmek ve kruvasanlara abartırcasına daldık. ve ilk defa doyduk geldiğimizden beri buraya. sonra tuttular bizi kolumuzdan, purikuraaaaa, dediler. zaten geldiğimizden beri bi purikura purikura muhabbeti sürekli soruyorlar falan. hadi, dedik, takıldık peşlerine. ancak bi de ne görelim? murat hoca ve sinem hoca da merak etmişler purikurayı ancak tam çözemeden bitmiş süreleri. tabi bizim kızlar ezbere bildiklerinden her şeyi pat diye soktular bizi kameranın olduğu bölüme. hemen seçtiler arka planları, çat çat çekildik japon usulü fotoğraflarımızı. sonra diğer kabine geçtik. çekilen eşşek gözlü sürmeli fotoğraflardan beğendiklerimizi itinayla seçip zamana karşı kendilerine photoshop misali börtü böcük, yıldızlar, kalpler, makyaj ne varsa ekledik. bi de kızlar maillerine de attılar. bize de yapışkanlı çıktı halinde verdiler. böylelikle meşhur purikura çılgınlığına biz de katılmış olduk. yalnız kızlar bunun manyağı. hepsinin sahip olduğu minik ajandalarında deli gibi bunlardan yapıştırılmış sayfalar mevcut.

geleneksel cumartesi yağmurları artık gelenekselliğini yitirdi ve bizi bu hafta cuma karşıladı. sabah saat tam 10.00da kalkan otobüsümüzle nishinomiya belediye başkanın yanına teşrif ettik. o kadar olay halindeyiz ki burada belediye başkanı bizi görmeye çağırdı. hepimizi tek tek önceden belirledikleri yerlere oturttular. mütevvelli ziyaretinin yanı sıra bize öncelikle su ile rozet, fular ve minik bir kimonodan oluşan hediye seti sundular. ayrıca ortadaki çiçek de büyüktü. sonra geldi belediye başkanı. önce algılayamadık kendini. o kadar mütevazi, sevimli, yüksek bel pantolonlu zayıf bir amcaydı ki. anlattı bize kısaca bölgeyi. sonra sordu bize gözümüze takılanları ve üşenmedi tek tek not aldı söylediğimiz her şeyi. zaten öyle bir havaya büründük ki burada bu yoğun ilgiden. ünlü gibiyiz. sürekli fotoğraflarımız çekiliyor hem de bir kaç makineyle, insanlar gülümsüyor, el sallıyorlar, teşekkür ediyorlar, yine teşekkür ediyorlar, saygıyla eğiliyorlar, tekrar teşekkür ediyorlar. hepimiz dönünce sıradan hayatlarımıza geçtiğimizde yaşayacağımız şoktan korkuyoruz.

yağmursuz geçen ilk cumartesimizde kyotoya eski bir çay evine seramoniye gitmek için 13.00da buluştuk japonlarla istasyonda. önceden eğitimini aldığımız şekilde, kurallara uyarak girdik içeri. önce dolapta az soğutulmuş küp şeklinde bir tatlı ikram ettiler tek tek hepimize selam vererek kimonolu ablalar ve abiler. önce tatlıyı bitirdik önceden verilen beyaz kağıda koyup tahta çubukla keserek. 5erli olarak üst üste koyduğumuz boş tabakları topladılar bu kez. sonra tek tek yine selam vererek çay dedikleri kına kıvamında, çimen tadındaki içeceği getirdiler. önce bi yudum sonra hüüüp diye bitirin dediler. sağımda murat hoca vardı. o bitirdi diye ben de bitirdim ki sonraki on beş dakika kendime gelemedim. çay evinin yemyeşil bahçesini gezip kırmızı burunlu rahibin rehberlik ettiği bir tapınağa gittik. ayakkabılarımızı çıkarıp girdik içeri. duvarlardaki japonyada hiç olmamış olan panterlerin olmamış çizimlerine baktık. o odadan o odaya, bahçeden bahçeye gezdik burada ahşabın mükemmeliğine ayaklarımızı değdirerek. ayyakabıları hop diye çıkarma alışkanlığı var burada. kimse yadırgamıyor. kızlar stüdyoda falan yalınayak geziyorlar. nerdeyse hepsinin terliği var sınıfta. nazlı da bundan kendine konsept yaptı, sınıftaki terliklerin fotoğrafını çekiyor. bizde böyle olmaz okulda falan, dedik kızlara, çok şaşırdılar. bazı dükkanlar gördüm ben ayakkabı çıkarılıp öyle giriliyor. ben de buna şaşırıyorum açıkçası. havanın güzelliğini fırsat bilerek yokuş yukarılarda yemyeşil ormanların arasında gün batımına doğru başka bir tapınağa gittik. etrafta yukatalarıyla geleneklerini devam ettiren bir çok japon vardı. evet bu japonlara yukata gerçekten yakışıyor ve kadınları cidden daha bir güzel oluyorlar. sonra sinem hocayla buradaki suyla ellerimizi yıkayıp, sudan içerek günahlarımızdan arındık. tam kapanışa denk geldiğimiz için bizi kovalayan görevli eşliğinde tapınaktan ayrılarak yokuş aşağı küçük bir sürü dükkanın bulunduğu yoldan aşağı doğru yürüdük. daha küçük bir tapınağın önündeydik ki sesler gelmeye başladı. beyaz yazlık şort ve tshirtten oluşan kimonomsu kıyafetli ayağında baş parmağı ayrı ninja ayakkabılı bir sürü japon amcanın yürüyüşüne tanık olduk. onlarla köprüye kadar yürüdük. devamında küçük geyşa çocuklar, atlı çocuklar, kafasında leylek olan çocuklar, başka çocuklar, geleneksel kıyafetli bir çok japon geçti. matsuriye denk gelmiştik.

cumartesi yağmayan yağmur pazar günü yağmaya devam etti biz kobe yollarındayken. önce tadao andonun sanat müzesine gittik. evet, brüt betona ve andoya bir kez daha hayran kaldım. biraz yürüyüp sanat müzesinden yapı olarak çok alakasız olan deprem müzesine gittik. tamamen cam bir cepheye sahip alt taraflarında su olan pek de beğenemediğimiz bir yapıydı kendisi. 95 yılında olan ve büyük hasarlara sebep olan depremi unutturmamak için tasarlanmıştı burası. pek de olmamış diye düşünürken bizi bir salona aldılar. üç duvara yayılmış üçgen perdelerde, ses efektleriyle deprem anından görüntüler izledik arka arkaya. tüylerimiz ürpermişti ki kapı açıldı başka bir salona geçtik. depremden hasara uğramış bir sokağın bire bir aynı modelini yapmışlar. yıkılmış evler, çökmüş balkonlarda asılı kıyafetler, üzerine bi şeyler düşmüş araba, çatlamış yer tabakası, ilginç sesler, yangın efektiyle kanımızın çekildiğini hissettik. gerçekten unutturmaya niyetleri yoktu bu yıkıcı depremi. başka bir belgesel daha izledikten sonra depremle ilgili eşya ve maketlerin sergilendiği salonu ingilizce bilen rehberimiz eşliğinde gezdik. japonlar pek fazla ingilizce bilmiyorlar bu arada. okuldakilerin çoğu kendi çabasıyla öğrenmişler. ingiliz dili ve edebiyatı 4. sınıf öğrencilerinin bile söylemeye dilim varmıyor amma ingilizceleri fena. hocalar da fena. hele ki her hangi bir yerde bir şeyler alacaksanız işiniz cidden çok zor. siz ingilizce konuşuyorsunuz. onlar ısrarla japonca bir sürü şey söylüyorlar. hayır, ben ingilizceme kötü derdim, meğer benim ingilizcem gayet de süpersonik derecede iyiymiş.

bu arada geçen hafta kızların acayip kıyafetlerinden bahsetmiştim ya, sanırım onun nedeninin bir kısmını çözdüm. yağmura karşı bir çözüm olarak o kısacık şortları ve plastik terlikler ile topukluları giyiyorlar. yağmur ile güneşin dayanılmaz olduğu japonyada en önemli aksesuar tabiki de şemsiyeler. her türlü, çok ilginç ve herkeste çeşit çeşit yağmur ve güneş olarak ayrılan şemsiyeler bulunmakta. mekanlara girerken de şemsiyelerinizi koymanız için yerler ya da ıslak şemsiyeler için şemsiye poşetleri tasarlanmış. bir de üç haftadır o kadar mekan geziyoruz; sergi olsun, müze olsun, alış veriş merkezi olsun daha bir kere bile güvenlik dedektöründen geçmedik, çantalarımızı geçirmedik. böyle de güvenilir bir yer burası. yalnız tuvaletlerde sıkıntı var. tamam gayet teknolojik. istenmeyen seslere çözüm sunmuşlar, klozeti ısıtmışlar, sıcak suyu, kurutması, hatta klozeti temizlemek için ayrıca bir sabun bile mevcut amma; ellerinizi yıkadığınız sabunlar sabun değil. bulaşık suyu kıvamında acayip bir su. ayrıca şimdiye kadar sadece bir ya da iki tuvalette el kurutma aparatı gördüm. bir tanesinde de peçete vardı gözlerim doldu. şöyle ki bu japonlar yanlarında küçük küçük havlular taşıyorlar ve ellerini yıkadıktan sonra, yağmurda ıslanınca, terleyince çıkartıyorlar bir güzel. biz de bakıyoruz kendilerine ıslak ellerimizi sürüyoruz üstümüze. zaten tuvalet kağıtları da bi acayip. fazla inceler sanki. sanki değil, evet çok inceler. ıslak ellerinizi kurulamak için koparmaya çalıştığınızda her yerinize yapışıp dağılıyorlar ayrıyeten.

geçen hafta bilgisayar odasında kim ailesiyle konuştuysa hepsi şu minnacık karpuzdan bahsetti. bi karpuz getirdiler, bu kadaaaar diyerek herkes elleriyle üçgen yapıp webcamle gösterdi karşısındakine. amman bi şey olmasın bu hafta yemekler gayet güzeldi. umarım böyle devam eder. zaten pirince de alıştık. pirinç bu arada, pilav değil. ayrıca kimsenin sevmediği kahvaltı için gelen ton balıklı şeyi sadece ayşegül, evet o yemekleri hiç yemeyen ayşegül, işte o sevdi. artık herkesinkini o yiyecek.

peki diğerleri ne mi yaptı? hemen anlatıyorum. büşra sınıftaki bütün kızlara, yukatan var mı, eğer varsa getir, bi de makyaj yap, ben senin fotoğrafını çekip deviantartıma koyayım diye anlattı da anlattı. gökçe bütün akşamlarını yatağa gömülüp dizi izleyerek geçiriyor. nazlı sonunda perşembe günü havuza gidebildi, ayrıca projeye gösterdiği çalışma aşkı ve eskizleriyle gözde öğrenci konumuna yükselerek murat hoca tarafından elması kızartıldı. irem mantıyı çıkarmayacak anlaşıldı. ancak kendisi küçük bir makarna salatası krizi yaşadı. kendisine söz önümüzdeki hafta yapacağım. elif bütün hafta hüseyinin makedonyaya gitmesinden bahsetti. gözde ilk hafta bi japon bebeğe dokunarak teninin sert olduğunu hayal kırıklığıyla bildirmişti. artık sürekli japon bebeklere dokunarak onların tenlerinin sert olup olmadığını kontrol ediyor. sinem hoca gittiğimiz her yerde fotoğraf için poz veriyor. murat hoca da her akşam kapatmayı unuttuğumuz mutfak perdesini kapatıyor. ben iyileştim gibi. sürekli etrafı düzeltiyorum. hatta geçenlerde bütün yurdu süpürüp temizledim. bi de her gün markete gidip 40 dakika kadar abur cubur reyonuna bakıyorum. bi gün olmasa da bi gün tutturuyorum iyi bir şeyler. ayrıca sınıftaki kızların söylediği her şeyi tekrarlayıp kendilerini çıldırtıyorum. aradan seçtiğim kelimelerle az buçuk anlıyorum kendilerini ve artık benden 'japonca bildiğim düşüncesi'ne kapılarak yanımda konuşmaya hafiften çekiniyorlar. bi de iki tanesini türklere benzettim çok fazla sevindiler. zaten onlara pazartesi için bir türk gecesi hazırlandı. pazar gecesi saat 23.00de kobeden döndükten sonra mevcut geceye türk yemekleri hazırlamak için toplandık mutfakta. biber dolma, zeytinyağlı fasülye, börülce, poğaça, un helvası gibisinden yemekleri yapmaya koyulduk hep bir elden. ertesi gün jürisi olan biz 4ler bi yandan çizimleri bir yandan yemekleri yetiştirme telaşındaydık. peki sonra ne mi oldu? gelecek hafta=)


6 Temmuz 2010 Salı

nippon. nippon desu.




daha sanki dün yazdım sanırken ikinci haftamızı geride bırakmışız. şöyle kısaca toparlamak gerekirse; mütevelli heyetiyle tanışma şaşkınlığıyla başladı haftamız. her birimiz bir nevi düğün şıklığında giyinerek ayağımızda topuklu ayakkabılar şap şup gittik haftanın ilk dersine. sonra aldılar bizi otobüse ve götürdüler ana kampüse. önce okazaki hoca bize okulu, kendi tasarladığı bölümleri gösterdi. saatler 16.00yı gösterdiğinde mütevellinin kapısına dikildik ve kare oturma düzenine önce şuradan başlayın, yok yok buradan başlayın oturmaya telaşıyla geçtik yerlerimize. merhaba, diye karşıladı bizi okulun sahibi. adını söyledi türkçe. bir haftadır çalışıyormuş bizim için. sonra tek tek biz tanıttık japonca kendimizi, ve türkçe olarak nereli olduğumuzu falan söyledik. üşenmediler tek tek not aldılar. gerçi daha sonra sinem hoca dosya halinde yollamış kendilerine. yalnız bi sorun vardı. geldik koskoca mütevellinin karşısına. hiç bi şey yok masada. hani bari bi su olsaydı, öldük sıcaktan diye dertli gözlerle birbirimize bakındık. sadece minik bir çiçek vardı bir türlü yeri belirlenemeyen, özellikle de fotoğraf çekilirken oradan alınıp oraya konulan. ziyaretin kısa olanı makbüldür diyerek çıktık okuldan. otobüsün önünde beklerken tüm günün sıcağından, üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılardan bunalmış olan bizler, bizi yurdun orada bıraksalar, dedik murat hocaya. demez olaydık. önce kaç kişi yurda gidecek diye sordular, sonra kaç kişi okula gidecek diye sordular. sonra yine sordular. sonra o ona sordu. diğeri başkasına sordu. sordu. sordu. en sonunda karar verip, 'sizi yolda bırakmak güvenli değil, o yüzden hepinizi okula bırakıyoruz', dediler. güvenli değil? 10 dakikada bir saatte ortalama 40 km hızla araba geçen, kırmızı ışık sürelerinin nerdeyse 5 dakika olduğu, daha yayayı bisikletliyi 1 km uzaktan görünce durup bekleyen sürücülere sahip yolda bizi bırakmaları güvenli değilmiş. peki, dedik, bırakın bizi okulumuza. ha bu arada unutmadan sevgili mütevelli akşam bize renkli metal mukagawa university kutularında gofretçikler yolladılar. teşekkürler tekrar kendilerine.

çarşamba günü erkenden çıktık katsura sarayı yollarına. önce sinem hoca ve murat hoca girdi içeri. ancak ıssız bi yer burası ve saat sabah 11.00. sekiz kız aldık başımızı, keşfe çıktık etrafı. coffee & toast yazan bi duvar gördük. biraz ileriyi tarif ediyordu. umutlu umutlu yürüdük. küçük sevimli bir cafecikti burası. önden iki üç kişinin girmesiyle çıkması bir oldu. içerde bir sürü adam var, dediler. sanırım burası japoyanın kahvesi diye düşünürken yaşlı bi teyze geldi içerden ve davet etti bizleri. dikdörtgen şeklinde 5 masalı bir de minik servis barı olan küçücük bir yerdi burası. ortadaki üç masaya oturduk. en baştaki masada dedeler oturuyordu. en sondakinde de bir dede oturuyordu ki, büşra; gördün mü? diye sordu bana ağzı bir karış açık. kafamı bir çevirdim ki, yalnız dede elinde gayet bir porno dergisi, takılıyor. sonra diğer dedelere baktık, onlar da aynı. girişin yanındaki dergiliğe ilişti gözümüz. dedik, bari bakalım ne varmış? evet, hepsi gayet porno dergisiydi. dedeler gayet rahat ellerinde kahveleri dergilere bakıyor, teyzeler de servis yapıyorlardı. alkol falan da yoktu işin tuhafı. bi ara nazlı ben bi lavobaya gidiyorum dedi. geldikten sonra ayşegül de aynı şeyi söyledi ancak onunki biraz kısa sürdü. içeri girmesiyle dönmesi bir olmuştu. nazlı sen ellerini nerde yıkadın? lavabo yok içerde, ya da onlardan hangisi lavabo, diye sordu ayşegül. ehm şey ben ellerimi pisuarda yıkadım, dedikten sonra içlerine bir sürü süt ve tatlandırıcı eklememize rağmen acılığını bir türlü gidermeyen kahvelerimizi bitirip uzaklaştık buradan. sonra da uzun beklemeler ve gidip gelmeler sonucu grup grup sırayla girip gezdik katsura sarayını. 
cuma günü çay seremonisine katılacağımıza dair uyarıldık. evet şaka değil, sinem hocaya maddeler halinde yazılı olarak iletmişler kuralları. beyaz çorap giyilecek, dekolte olmayacak, pantolon olacak, takılar çıkarılacak, saçlar arkadan toplanacak, böyle biline!! itiraz etmeden uyduk kurallara ve söylenen saatte gittik okulun bahçesindeki geleneksel çay evine. sırayla anlatıldı ne yapacağımız ve başladı her şey gökçeyle. baş misafir amcanın anlattığı murat hocanın çevirdiği şekilde hoplaya sürüne koca kapı dururken küçük bi delikten daldık içeri selam vere vere geçtik yerimize. kimse istemiyordu o çayın tadına bakmayı amma şu baş misafir amcanın, şimdi ben içeceğim bu tatlıları da ben yiyeceğim siz de bakacaksınız, demesiyle zaten aç olan bizler bari şu bisküvilerden bi tane alsaydık, diye diz üstünde oturmanın verdiği bacak sızlamasıyla söylendik 4buçuk tatami ölçü birimli çay evinde. hani biz bardak bardak içeriz ya çayı düşünmeyiz bi kere de o kadar içiyoruz dur bi selam vereyim diye. peki onlar neden böyle seremonilere gerek duyuyorlar? cevabı aslında çok basitmiş. çay, japonyaya ilaç olarak gelmiş ilk defa. ondanmış bu kadar saygı. o kadar çay içerim, içmeyince resmen dengem bozulur daha bi kere böyle saygı göstermediğim için biraz utandım açıkçası kendimden. evet çay sen olmazsan sanırım hayat benim için de çok zor olur.

geleneksel okul gezilerinin yapıldığı cumartesi günü yağmur da geleneği bozmadı ve tüm gün yağdı da yağdı. tam iyileşiyordum ki yine ayaklarımın bir güzel ıslanması ve otobüsteki kapanmayan klima yüzünden hastalığım devam etmekte. ortalama 3 saat süren yolculuğun sonunda geldik ine ye. yemyeşil dağın eteğiyle denizin birleştiği yere sıra sıra dizilmiş geleneksel japon evlerinin oluşturduğu uyum o kadar huzurluydu ki. önce vapurla bi denizde dolaşar izledik manzarayı. süpersonik rehber teyzemizin anlattıklarıyla gezdik sokaklarda, inceledik evleri. sonra da teleferikle dağın yukarılarına doğru çıktık manzarayı izlemek için. burda manzara arkanızı dönüp bacak aranızdan manzara doğru bakmak gibi bir olay var. denizle gök yer değiştiriyormuş efsaneye göre. bi çok kez baktık amma sanırım hava kapalı olduğundan pek bir şey göremedik. ya da cidden efsane. emin değilim.

serbest gezilerimizi japtığımız haftanın son gününde osaka yollarına düştük. sanat müzesine gittik. kapalıydı. sanat olmadı bilim müzesine gidelim dedik, saat 15.00e kadar yer yoktu. neyse tokyoda daha büyüğü var, diyerek girişteki zeka küpü çözen robota kitlendik. 20 hamlede hop hop yapıyordu küpü. amma hep 20. biraz da aşmalı artık kendini diye düşünmekteyim. neyse aşırı güneşli ve sıcak havada yerlere yapışa yapışa gezdik osakanın arka sokaklarında. ilk başlarda ilginç gelen neredeyse on adımda bir soğuk içecek alınabilen makinelerin olması artık anlam kazanmıştı. gün batımına doğru umeda sky building e doğru yol aldık. ortası boş olan bu binadan 360 derece osaka manzarası eşsiz bir şekilde izleniyordu. her şey güzel de bir alt kattaki aşk yuvasını anlayamadım. kalpli asma kilitler, popo hareketiyle ışıkları yanan sevgi göstergesi, iki kişilik oturma yerleri, kalpli fotoğraf çekilme çerçevesi ve kalpli fotoğraf makinesi koyma sehbası ile cidden ilginçti.

ayrıca; geleneksel cumartesi gezilerinde her mola verdiğimizde japonlar gidip yiyecek ne varsa alıyorlar ve kokuyla bizi öldürmeye kalkıştıklarından haberleri bile yok. amma en korkuncu da sanırım bu japonların çok gürültülü olmaları hele ki mevcut gezi sırasında. hayır ironik bir şekilde sokaklar, kantin falan aşırı sessiz amma; asansör, tren, metro, gayet geleneksel kayık, vapur gibi ulaşım araçları ile marketlerdeki reyonların önünde sürekli konuşan bi teyze ses kaydı var, ki biz aynı teyze olduğunu düşünüyoruz, yani sürekli bi vıdı vıdı konuşma ve ha ha haaa gibisinden aynı kahkahalar duyulmakta. hele alış veriş resmen seremoniyle yapılıyor. kasiyer tek tek özenle alıyor elinizdekileri sayıyor 20 kere falan teşekkür ediyor, aynı özenle para üstünüzü geri veriyor. bi de her seferinde herhangi bir şey sayacaklarında cafede kişi olsun, markette aldıklarınız olsun, yeter ki birden fazla miktar olsun hep 'ichi, ni, san, shi, go, roku, nana....' diye üşenmeden tek tek sayıyorlar. ikişer, üçer falan gruplamayı bilmiyorlar sanırım. ilginç insanlar bu japonlar. trende hepsi hipnotize olmuş gibi kapaklı cep telefonu ekranına bakıyorlar ya da hiç umursamadan ayakta, murat hocanın omzunda falan uyuyorlar ve inecekleri durak geldiğinde çat kalkıp iniyorlar. kızlara gelince. bi kere tepkileri çok aşırı. aaaaaaaa, oooooooo, uuuuuu diye uzatarak her şeye fena halde şaşırıyorlar. kızlarla ilgili diğer bir vaka ise çok rüküş olmaları. aslında gayet gezdik alış veriş merkezlerini, ne de güzel kıyafetler bulduk amma kombine edemiyor bu japon kızları. zaten hepsi aynı giyiniyor neredeyse; ya normal tayt ya da ayaktan geçmeli tayt üzerine minnacık şortlar, kısacık etekler, 2 numara büyük topuklu ayakkabılar ki çapraz çapraz yürüyorlar (bu onlarda çekicilik sempatiklikmiş, hani küçük kızlar annelerin ayakkabılarını giyerler ya öyle), plastik terlikler, üzerine de yarım kollu önü kapalı bluzlar. erkekler ise ,ayırt etmek biraz zor olsa da, kadınlara benziyorlar. bi kere omuzdan askılı kadın çantası kullanıyorlar, çoğunun kaşları alınık ve gözlerinde sürme gibi bi şey var. diğer bir ayrıntı ise gözümüze takılan; elektrik telleri. hele ki ara sokaklar cidden bu konuda kabus gibi. birbirine geçmiş bir sürü kablo var. bazı bulvarlarda yok sadece amma sağ ya da soldaki sokağa kafanızı çevirdiğinizde kablolarla hemen karşılaşabiliyorsunuz. sokaklardan bahsetmişken; bitişik nizam sayılan ancak bitişik olmayan binalar var burada. aralarında 50 cm kadar boşluk var binaların ve bu boşluklar hem çok keyifli hem de inanılmaz temiz. bi de kent dokusunda bina ilişkisi yok. tek katlı bir binanın yanında gökdelen olabiliyor. bunun burda ne işi var diye kalakalıyorsunuz ortada. 

kısaca demiştim amma yine baya yazmışım. neyse son olarak; nazlısanın artık bisikleti var ve gayet de güzel kullanıyor. irem hala mantıyı çıkarmadı amma pişmiş kıyma çıkararak beni şok etmeyi başardı. murat hoca şemsiye kullanırken daha az ıslandı ve andonun binasında hepimizin aynı fotoğraf karesinde yer almasını sağlamak için makineyi kurduktan sonra koşup üstüne bi de merdivenlerden inerek rekor kırmış olabilir. sinem hoca, murat hocanın çikolatalı kruvasanını yemiş olabileceğini itiraf etti ki en başarılı kahvaltı seçmiştik bu kruvasanı. gökçe kantindeki abur cubur makinesindeki pembe tavşanlı paketin sırrını çözdü. elif ve gözde bile artık yemeklere isyan etmeye başladılar. ayşegül gelen meyveleri hemen yiyerek ertesi güne bırakılmaması gerektiğini öğrendi. büşrasan ise hala fotoğraf çekmeye devam ediyor. bana gelince, hala hastayım, hapşırmıyorum amma öksürüyorum. ayrıca, kızlar git gide japon olacağımı düşünüyorlar. şemsiyeyle bisiklet kullanabiliyorum. tüm bunlar dışında da hepimiz açız. tüm gün bir sürü ıvır zıvır yiyiyoruz amma elle tutulur bir şey yemiyoruz. bi de şu aralar hepimizin ağzına trendeki 'osaka, osaka desu' söylemi takıldı. o yüzden 'nippon, nippon desu' ya da türkçe meali ile 'japonya, japonyadır'.

28 Haziran 2010 Pazartesi

ilk haftanın sonunda


20 haziran pazar günü saat 19.30 da çıktık istanbuldan. gece türkiye saatiyle 00.30 (dubai saatiyle 01.30)da dubaiye vardık. bi kaç saat hava alanında bekledikten sonra dubai saatiyle 03.30da yolculuğumuza devam ettik. emirates'in süpersonik hizmeti yemeklerden özellikle o profiterolden çok da memnun kalmasak da güzel güzel uyumayı, önümüzdeki ekranlarda oyunla, filmle, ya da bence en başarılısı olan uçuşu ve uçuş rotası takibi göstergesiyle gayet de iyi oyalandık. uzun süren yolculuğun sonunda (evet 12saat kadar) nihayet saat. 19.30da japonyadaydık (türkiye saatiyle 13.30). 'hocam sanki bu hava alanında bi koku var?', 'ehem o koku japonyada var.' diyalogundan da anlaşıldığı üzere uzak diyarlarda acayip bir kokuyla kalacağımız yerin yollarına düştük.

evet artık 'ev'deydik. her biri küçük birer ev işlevi olan odalarımıza çıktık. neredeyse hiç eşya yoktu. amma işte koku, bi şey kokuyordu burası. odalardaki tatamiler, yastıklardan, çarşaflardan, yorganlardan, girişteki ayakkabılıktan, her şeyden sanki geliyordu bu koku. yurt hakkında miki sandan bilgi aldık. içeri giriş çıkışlar için parmak izimiz alındı ve çöp eğitimi verildi. kartonlar ayrı, plastik şişeler ayrı, şişelerin kapakları ayrı, ayrı da ayrıydı. hala alışamadık şu çöp ayırma işine. ayırıyoruz amma neyi nereye atacağımız konusunda büyük sorunlar yaşıyoruz. ilk market alış verişimizi yaptık ve akşam yemeğimizi yedik. yemekler, yemekler sanki kokuyordu. 
ve okuldaki ilk günümüz olan salı başladı. sunumlarımızı hazırladık ve düştük okul yollarına. hayır, burası gerçek olamazdı. bi kere inanılmaz sessiz, sakin ve temiz bi yerdeydik. on dakikalık bir yürüyüşün ardından vardık okula. tuğla ve brüt betonun birleştiği yemyeyeşil bir bahçenin içerisindeydi. hepimiz ağzımız açık bir şekilde okulu inceliyorduk. sıra sunum vaktine geldi. salona gittiğimizde içerde bir sürü öğrenci, büyük bir perde, mikrofon ve öğretmenler bizi bekliyordu. bi an afalladık ve fazla heyecanlandık, amma her şeye rağmen başarıyla atlattık sevgili sunumlarımızı. sonra da gittik ilk derslerimize. 3ler projeye, 4ler ikebanaya.

çarşamba bizim boş günümüz ve ilk tatilimiz olduğu için kyotoya oradan da osaka merkeze gittik. elifsanın doğum günü şerefine tüm gün yürüyüp yorulmamıza rağmen güne devam ettik ve dönme dolaba bindik. ordan da sushi bara gittik biramızı elifsanın şerefine kaldırarak dönen yemeklerden burnumuza kadar yedik yedik. boş tabaklarımız güzel güzel üst üste koyduk. tabak rengine göre hesap yapmaya çalışırken gelen garson abla elindeki elektronik bi cihazla tabakları üçe böldü, ona bi de bira için gelen tabakları ekledi, dı dıııııtt yaptıktan sonra sol tarafından adisyonu hoop çıkarıverdi. evet japonyadaydık her ne kadar yerde yatsak da.

sevgili perşembe biz 4ler ilk proje dersimize, 3ler de ilk ikebana derslerine gittiler. önce ders dinlemek için alt katta sınıfta toplandık. çeşitli anlatılardan sonra sözü sayın dekan aldı. bir ara slaytları gösterirken 'sanki bu resim biraz karanlık' demesiyle iki tane hoca koşturdular birer düğmeye bastılar ve bi anda ışıklar kapandı, arkadaki güneş perdeleri aynı anda aşağı inivermez mi? neyse yorum yapmıyorum ordan çıktık stüdyomuza. yalnız bu japonlar türkçe biliyorlar. üşenmemişler çalışmışlar, 'merhabaaa' diye karşıladılar bizi. stüdyo şaka gibiydi. çift ekranlı bilgisayarlarımız, kişisel masalarımız, biraz fazla kocaman sandalyemiz falan. amma bilgisayarlarda hala windows xp, office 2003, photoshop cs2 yüklü olması ironikti. zaten yerde de yatıyorduk. sonra başladık maketlere. 'nasıl ya bu spreyle kağıtları kartonlara yapıştırıyoruz, sonra kartonu kesiyoruz, üzerinden kağıdı geri çıkardığımızda hiç bir iz kalmıyor mu?' evet kalmıyordu. kızlar gayet sıcaklardı, zaten geçen senekilerden dolayı biraz daha rahat davranıyorlardı ve çok yardımseverlerdi. kalem, cetvel, falçata ne varsa verdiler bize. cuma günü maketlere devam ederken çevre binalar için strafor kesmemiz gerekiyordu. evet bunun da makinesi var. ısıtılmış bir tel eşliğinde gayet düzgün düzgün kesiliyor sevgili binalar. hem pratik, hem temiz. sanırım dönünce ben de bu makineden alacağım. neyse sonra yanımdaki kıza baktım bi ara arazi maketinde olmayan binaları yapıyor. neden bunları yapıyorsun, diye sordum, sormaz olaydım. siz siz olun bir japona neden ve ne soruları sormayın. kız bi süre yüzüme baktı. sonra diğer kıza sordu. o başkalarına sordu. sonra diğerleri geldi. beraber bi konuştular. üstüne hocalarını çağırdılar. bi süre onunla tartıştılar. hoca ingilizceye çevirdi bazı kısımları ve en sonunda bana 'bina yüksekliklerini mi istiyorsun?' diye bir soru yönelttiler. bu arada kıza, sen yapmışsın peki neden, diyorum. yok, cevap yok. neyse, dedim, evet verin bana da yükseklikleri siz de ben de kurtulalım. hemen buldular bilgisayardan, yazıcılar da sınıfta olduğundan bu sorunu da böylece çözdük. ha bu arada nedenmiş söyleyeyim ben: uzakta da olsalar bu yapıların yükseklikleri ve büyüklüklerin oluşturduğu dokuyu kavrayabilmek içinmiş her şey.

o değil de ilk bi kaç gün yiyebildik yemekleri de daha sonra kopmaya başladık. ya aslında güzel sayılırlar amma ya alışamadık her gün olmasına, ya da çabuk bıktık. bi de sanki biraz küçük burada porsiyonlar? hele bi karpuz dilimimiz vardı ki kıyamadık yemeğe. gerçi baya lezzetleydi amma cidden kıyamayıp ertesi güne bırakanların karpuzlarını götürdükleri için yiyemeyenler adına daha fazla konuşmamak lazım. karpuzdan sonra da bi mısır krizi yaşadık bugün. resmen haşlanmış mısırı utanmamış 3e bölmüşler. zaten çok tatlıydı. ı ıı, olmamış, yiyemedim, benim damak zevkime göre değil. hele sabah kahvaltısı için bırakılan o güzel görünümlü keki sanırım pişirmeyi unuttular. şöyle ki en büyük eksiklik bana göre buradaki 'tatlısızlık' bu kadar 'tatlı' insanın içinde. ayrıca burda iremsanı unutmamak lazım. belirli aralıklarla çıkardığı kek, sarma, katmer olsun bizi bizden alıyor. bakalım o bavuldan daha neler çıkacak. 'irem senden kesin sarma çıkacak' dedikten 3 gün sonra pat diye çıkardı ya o sarmayı, evet şimdi mantı bekliyorum, vallaha yok diyor amma inanmıyorum kendisine.

cumartesi günü okulun gezi günleri. sabah 09.00da kalkıyoruz dediler ve kalktılar. bizi yağan yağmurla beraber proje için çalışacağımız adaya götürdüler. pasifik okyanusundaydık. ve çok güzel 'big fish'ler vardı denizde. amma çok yağmur yağıyordu. ayaklarımız fazlasıyla ıslandı. hiç biri de itiraz etmiyor, herkes hayatından mutlu falan otobüse bindik konumuzla ilgili olarak nehir yerleşimi örneği görmeye gittik. yok burası gerçek olamazdı artık. bu kadar da değil. kayıklarla iki tarafı geleneksel japon yapılarının olduğu yeşilin içinde tur attık. tek sorun o bizi hiç bir yerde bırakmayan hoparlördü. yol boyunca ince sesli kadın (sanıyoruz ki asansörde sürekli konuşanla aynı kadın) anlattı da anlattı. yalnız sevgili yağmurdan o kadar ıslandık ki evet ben hala hastayım. burnum akıyor, öksürüyorum ve 2şer 2şer hapşırıyorum.

dün yani pazar, osaka merkezde önce dünyanın en büyük dönme dolabına bindik. ben büşraya küstüm. bi oturtmadı beni. sağda oturuyorum üstüme yatıyor, sola geçiyorum bi kafanı eğ diyor, tepeme çıktı hep fotoğraf çekerken. en son dedim, al tamam sen otur bütün yerde, geçtin karşı tarafa ayşegülle nazlının yanına. burda da rahat yok ki, yine çıktı tepeme. işin şakası, tuzu biberi tabi bunlar, amma büşrasan öyle böyle değil cidden iyi fotoğraf çekiyor. bi de büşrasanın makinesiyle çekelim... sonra da akvaryum müzesine gittik. koccaman ve küççücük çeşit çeşit bissürü balık, penguen, canlı bulunmaktaydı. yukarıdan başlayıp aşağı doğru rampayla inerek ilerliyorduk müzede ve ilerledikçe okyanusun içine dalıyorduk sanki. 'lütfen ellerinizi yıkayın diyor nazlısan, sen yıkayacak mısın?', 'yok ya ne yıkaması', 'amma yıkayınca balıklara dokunabiliyo-' 'hemen yıkayalım o zaman'. evet vıcık jöle kıvamı ile tırtırlı iki tipi sevdik baya. buradan da imax sinemasına gittik. öyle bir perde yok. izledik 3d national geographic hubble teleskobu belgeselimizi. ya da uyuduk güzel güzel laf aramızda. günün sonuna doğru ahtapotlu bir japon yemeği ardından güzel bir caddede bir kaç saat yürüyüş yaptık. evet kaldığımız yerin sessizliği gayet güzel amma yok ben şehir insanıymışım, bunu tekrar anladım.

tüm bunlar dışında hepimiz birer bisiklet aldık. herkesinki gri benimkisi mavi. okula falan bisikletle gidiyoruz. nazlısan da kastı öğrendi bisiklete binmeyi, yağmur demiyor, sıcak demiyor, sürekli çalışıyor.

bir de akşam sohbetlerimiz ki gökçenin anlatılmaz yorumlarıyla bizi kıran geçiren, çaylarımız, enfes kokan türk kahvemiz, mükemmel ötesi gül lokumumuz (tabi sinem hoca bitirmediyse) ve toplanma mekanımız internet odamız var. eternet kablolarına dolana dolana aile, arkadaş vs. kim varsa ulaşma çalışıyoruz 6 saat zaman farkını göze alarak. bi tane kablomuz yan odaya uzanabiliyor ve gözdesan bi anda başka bi kişiliğe bürüneek kıbrıs şivesiyle ailesiyle konuşmaya başlıyor.

şimdilik her şey yolunda. sanki aylardır burada gibiyiz. artık kokmuyor sanki burası ya da benim burnum tıkalı olduğundan ben duymuyorum kokuyu. bu geçen bir haftanın sonunda kısaca özetlemek gerekirse, japonya kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir ülke, özellikle de yanınızda burada uzun süre yaşamış ve burayı, bu kültürü iyi tanıyan murat hoca varsa. benim hayalini kurduğum ütopik dünyam meğer varmış, orası burasıymış. insanların birbirlerine, yemeğe, doğaya, binalara, hatta çöplere bile saygıları var. yüzlerinde sürekli bir gülümse ile hayata bağlıyorlar sizi. takım elbisesi, topuklu ayakkabısıyla işe; okula; her yere bisikletleriyle gidiyor insanlar. 50 yıllık, 100 yıllık binalar sanki daha dün yapılmış gibi. teknolojik açıdan fazlasıyla ilerdeler amma asimile olmamışlar. geleneklerini korumuşlar ve teknolojiyi ona sindirmişler. bilmem kaç tane fonksiyona sahip tuvaletleri var. yurda parmak izi ve şifreyle giriyoruz, her odada klima var, dünyanın en hızlı internet ağına sahip olmalarına rağmen kabloyla nete bağlanıyoruz, 900lerle 15 dakikada film indiriyoruz bi yandan, youtubeda videoyu açıyor hemen izliyoruz, amma amma işte sonra da yerde yatıyoruz.

5 Haziran 2010 Cumartesi

12

abimle, ana cadde üzerinde amma sessiz sakin olur diye merkezden biraz daha ilerde giriş katında bahçeli bir eve çıkmıştık. geçen yıl enverle bi festivale giderken otobüs beklerken yürümüştük bu yolda. alışveriş yaptığımız bakkalın biraz ilerisindeydi. akşama doğru eve gidiyordum. hava kararmak üzereydi. evin karşı tarafındaki boş yerlerden bir tanesine düğün salonu açılmıştı. önü baya kalabalıktı. yan apartmana da fotoğrafçı açılmıştı. hatta karşıya bir de ayakkabıcı açılmıştı. şaşkınlıkla girdim apartmana. artık sessiz olmayacaktı burası. anahtarımla kapıyı açtım. dar koridorda açık ahşap renkli kocaman bir askılık duruyordu. üzerinde de benim siyah ceketim asılıydı ve ceket ağırlık yaptığı için askı eğik duruyordu. zorlukla girdim içeri. kayacak başka yer yok muydu bu meredi? evet yoktu. abim arka odadaydı. yanına gittim. kapıyı neden bu kadar gürültülü açtın, dikkat et biraz, üst komşuları rahatsız edeceksin, diye azarladı beni. neymiş üstteki çocuk çok dikkat ediyormuş ve sırf biz rahatsız olmayalım kapı çarpmasın diye rüzgarın yönüne bile bakıyormuş. peki, dedim, bu arada karşıya düğün salonu açılmış gördün mü, diye sordum abime. o sırada kapı çaldı. abim kapıyı açtı. üst kattaki çocuk gelmişti. o da aynı durumdan şikayetçiydi. abimle bu konu üzerine ne yaparız diye konuşmaya başladılar. ben yanlarında oturuyordum ve üst kısmım çıplaktı. kollarımla göğüslerimi örtüyordum amma ağrımaya başlamıştı kollarım. bahçeye çıktım sonra. burdan mutfağa geçiliyordu. ev çok kalabalıktı. annem, yengem, halamlar, kuzenler herkes içerdeydi. annem çay yapıyordu. bardakları hazırla, dedi bana. yengem de yanındaydı. çocuklar koşuyorlardı mutfakta. o sırada kuzenim çay bardaklarından birini devirdi masanın üzerine. silmek için bez alacaktım ki anneannem bir türlü vermedi bezi çay lekesi olur da çıkmaz diye. üç tane bembeyaz bez duruyordu lavabonun orada ve seçemiyordu anneannem. en sonunda verdi bi tanesini sildim masayı. annem büyük bir leğenle geldi mutfağa. buzluydu ve içinde çubuklara sarılı renk renk şekil şekil dondurmalar vardı. çocuklar baya sevinmişlerdi. bir sürü su bardağı çıkarmaya başladı annem. yengem ağız kısımlarını pudra şekerine buluyordu bardakların. dondurmaları buzdan çıkarıp bu bardaklara koymaya başladılar. bu kadarı fazla değil mi, diye sordum. olsun yenilir, dediler. annem görevi bana teslim etti ve içeri gitti. elim üşümüştü biraz amma çok güzel görünüyordu dondurmalar. 

festival çıkışı yol çok kalabalıktı. enverle birbirimizi kaybetmemeye çalışıyorduk. haticeyi gördük sonra. hey, diye seslendim, nerelerdesin sen? umursamadı pek beni. başka birilerine bakınıyordu. benimle gelin, dedi. arkasına bakıyordu sürekli. yeni bir eve taşınmıştı beşiktaşta. 2+1 ve 450 liraya denk getirmişti. kocamandı evi. banyoya girdim ben, burası da kocamandı. ayrıca çok yüksekti duvarlar. enver diğer odadaydı. hatice bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. tanımadığım bir çocuk geldi o sırada. işler karışıktı, anlamadım. sonra anlatırım, dedi hatice. çıktık enverle evden. denizle gözde vardı yanımızda. birer bira içelim diyorduk. enver bi anda elimden tutup hızlı hızlı yürümeye başladı. yetişemeyecekler bize, dedim. umursamadı beni ve çok pahalı bir restoranta soktu. içerisi çok lükstü. sandalye yerine koltuklar vardı. duvardaki afişlerde indirimli şaraplar yazıyordu. keman çalan amcalar vardı. ana salonu geçince localardan oluşuyordu burası. enver birisine doğru gitti. oturduk buraya. garson denememiz için bir şişe şarap ve iki kadeh getirdi. içtiğim en lezzetli şaraplardan biriydi. sonra peynir tabağı getirdi garson. ancak tabakta bir kiloluk koca bir kalıp peynir duruyordu. tadına baktık. peynir de baya lezzetliydi. ne kadar bunun kilosu, diye sordu enver garsona. 400 lira, dedi garson. o zaman biz üç gram alalım, dedi enver. bir kadın geldi o sırada. bize, dövme yaptırmak ister misiniz, diye sordu. elinde iki tane çizim vardı. bunlar çok gidiyor, herkes bunları yaptırıyor, dedi. saçları ahtapot kolları şeklinde olan ilginç bir insan figürüydü biri. enver onu baya beğenmişti. aklındaki dövmeyi anlatmaya başladı. kataloğunuz var mı, diye sordu kadına. yoktu. gelin alt kata geçip detayları konuşalım, dedi kadın. enver hevesliydi bense geçen gün yaptırdığım dövmenin acısını çekiyordum.





7 Mayıs 2010 Cuma

'cins'iyet

28 Nisan 1987, 00.15'te izmir'de yeşilyurt devlet hastanesinde doğmuşum ben. annemin o günkü şansından mıdır nedir hastanede iki profesör, üç uzman doktor falan da filan bir sürü uzman varmış. üst komşumuz da burada hemşire olduğu için bu kadar adam gelip ilgilenmiş benimle; bir şişe j&b whiskey ile bir karton marlboro hediye etmiş bizimkiler sadece. sanırım erkeklerle olan ilişkim ilk olarak böyle başladı. üç yaşıma kadar iki amcam ve iki dayım uzun süre bizde kaldılar. tabi benden altı yaş büyük abimi ve babamı unutmamam lazım. evdeki erkek populasyon oranı büyüktü. evimiz birinci kattaydı ve alt katında marketimiz vardı. annem babam hep markette durmak zorunda oldukları için erken yaşta başımın çaresine bakmaya başladım. amma dükkanın en güzel yanı belki de komşuluk ilişkileriydi. herkesi tanırdık mahallede. bir sürü amcam, dayım, teyzem, abim, ablam vardı. en fazla da abim oldu herhalde. küçük kardeş olup, anne-baba çalışınca arkadaşlarım evlerine gittiğinde abimin peşine takılırdım. onlar da kıyamaz alırlardı beni oyunlarına.

sonra denizliye taşındık. annemlerle kaldığım ev okuluma uzaktı, sabahları abimle otobüsle giderdik. oturduğumuz yerde de hiç yaşıtım yoktu. yine abimin başına kalmıştım. git gide abi sayım artıyordu gerçi. sonra ortaokulda kızlardan pek haz etmemeye başladım. ergenlikten olsa gerek muhabbetleri, tavırları falan pek bana göre değildi. iki tane kız arkadaşım, on iki tane de erkek arkadaşım vardı sınıfta. hatta bütün kızlar ev ekonomisi dersi alıp batik falan yaparken, ben sınıfın tüm erkekleriyle iş eğitimi dersi alıp kıl testeresiyle bi şeyler kesiyordum. gerçi onu da bir türlü kesemedim, inekliğin faydası (okul birincisiydim de) olarak bir arkadaşımla anlaştık. o benim iş eğitimi ödevlerimi yaptı karşılığında da arkama oturup dönem sonunda takdir aldı.

lisede sınıf olarak hepten iyiydik. ya da ben, pelin ve hava üçlüsü olarak nedense hep erkeklerin arasında yer aldık.
furkan: beren, çabuk koridora gel sana bir şey göstereceğim.
ben: evet noldu?
furkan: bak şimdi şurda bi kız var ya.
ben: ee?
furkan: işte onun bacakları çok güzel.
ben: evet amma poşet lazım.

ya da 'bak bu atlet giymeyen kız', 'bu kız şu çorabı bi haftadır giyiyor', 'önemli olan işlevi' gibisinden ve bunların daha da beterlerinden, şimdi anlatamayacağım, enteresan, muhabbetlerimiz oluyordu. 'erkek muhabbeti' diye adlandırılan o konuşmalara hep dahildim hatta pelinle beraber dahildik. yani kızlara biz bile artık o gözle bakmaya başlamıştık. saatlerce meserretin sonundaki bankta oturup etrafa bakar olmuştuk.

çağlar: ya biz neden burada oturuyoz?
ben: işte ne güzel gelene geçene bakıyoruz.
pelin: okul çıkışı falan işte milleti inceliyoruz. bak şu kız iyiymiş.
çağlar: harbiden iyiymiş. ayarlasanıza.

neyse işte. sonra üniversiteye geldim. bu zamana kadar o kadar çok erkekle yaşamışım ki, bi anda yurtta kızlarla yaşamaya başlayınca, insanlardan sürekli olarak bi 'kıza benze' eleştirisi duymaya başladım.

şimdi şöyle ki annem bana on iki yaşımdayken ilk defa sütyen almıştı. amma öyle böle değil. beyaz dantelli falan. hadi tamam belki de, bunu ilk olarak abime göstermesi benim için tam bir travma olsa gerek. tabi lisede de canım arkadaşlarımın kızların gömlek altı esprilerine maruz kalınca, tüm lise hayatımı beyaz gömlek altında siyah tshirtle geçirdim ve itiraf ediyorum üniversiteye kadar da sütyen kullanmadım. yerini bikini üstü ya da o tarz şeyler giydim. anneannemle yaşadığım dönemde de makyaj vs. gibi şeyler bana yasaktı. okuyan kızlar ilgilenmezmiş böyle şeylerle. e ben de ilgilenmedim, ilgilenemedim. tamam öyle erkek fatma da olmadım hiç bir zaman. aksine pantolondan çok etek, elbise giydim. amma pek kız gibi algılanmadım nedense.

düşüncede erkeklere daha yakın oldum belki de. amma yakın kız arkadaşlarımı fazlasıyla irdelediğimden ve ben de 'kız' olduğumdan bu cinsi de sindirdim. geçen gün sınıftan bir kaç erkek arkadaş içme planı yapıyorduk.

deniz: amma bu kez erkek erkeğe takılalım.
ben: ben ne olacağım peki?
deniz: işte erkek erkeğe.
yiğitcan: işte sen de bizdensin ya.
ben: öyle mi? peki bakalım, enver de gelsin mi?
mert: tabi gelsin o da.

açıkçası karşı cinsi anlayabildiğim için seviniyorum. amma işte beni tanımayanlar ya da erkeklerin büyük bir çoğunluğu kızlar konusunda fazla ön yargılılar. 'beren olmasaydı bir şey söylerdim', 'sen bi kulaklarını tıka' ya da ettiği küçük bi küfürden sonra 'özür dilerim' gibi cümleler gerçekten sinir bozucu. eskiden daha da sinir olurdum amma şimdi biraz da hak veriyorum. çünkü öncelikle onlar beni tanımıyorlar ki zaten tanıyanlar yanımda fazlasıyla rahat. ve en önemlisi de kızlar gerçekten çok acayipler. bazen ben de onları anlamakta güçlük çekiyorum, yanlarında ağzımı bozduğumda hafiften utanıyorum, ve itiraf ediyorum kızları fiziksel olarak incelemeyi seviyorum.

erkeklerin kadınlar hakkındaki düşünceleri bana eskiden sinir bozucu gelirdi, evet beyler bize bakınca aklınızdan geçen fantezilerin bir çoğunu biliyorum, ve ben de kadın gibi görünmek istemedim, kendimi kapattım, daha erkeksi görünmeye çalıştım, makyaj yapmadım, dekolte giymedim. 'elbisemi giyerim altına botlarımı çekerim, saçlarım dümdüz, metal-deri takılarım bana göre gayet lüks' modlarındaydım. ancak bu sadece kaçıp, saklanmakmış. her şeyden öte bir kadının kendisine bakması, kendisine olan saygısını gösteriyormuş, ve bu gerçekten çok daha iyi hissettiriyormuş. ancak bahsettiğim 'aşırılık' değil, her şey (makyaj, dekolte, seksilik, vs.) dozunda çok daha güzel ve estetik. hatta bir kadının erkeksi tarafı da dozunda kaldığı sürece güzel.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

ben büyüyünce...

+18. şiddet ve korku içerir.

küçükken sorarlardı ya hep 'büyüyünce nolcaksın' diye, ben o soruya 14 yaşıma kadar her defasında farklı bir yanıt verdim. askeriyede psikiyatristlik yapmaktan matematik bölümüne, gazetecilikten öğretmenliğe, sinema yönetmenliğinden mühendisliğe kadar ve şu an aklıma gelmeyen bir çok mesleği ciddi ciddi düşündüm. liseye başladığımda artık tutarlı bir meslek kararı vermem gerekiyordu. uzun zaman düşündüm ne yapabilirim diye. genetik mühendisliği baya kafama yatmıştı. amma işte şu toplum baskısı, insanların yorumları üzerine yavaş yavaş kendimi 'tıp' düşünürken buldum. belki de o zamanlar izlediğim e.r. ve scrubbs dizilerinden de biraz etkilenmiş olabilirim. gerçi o eğlenceli kısmıydı. beni asıl çeken tarafta ise hannibal lecter vardı. tabi bununla beraber izlediğim sayısız korku filmi ile evde bulunan death metal, black metal gruplarının albüm kapakları. kan, organlar, kesmek, biçmek acayip derecede hoşuma gidiyordu. bunların üzerine bir de istemeden bütün yükünü çektiğim bir kurban bayramı var. orta sondan lise sona kadar (beş yıl) anneannemle kaldım ben. lise ikinci sınıftayken annemlerin, dayımların falan gelmemesi üzerine abim ve ben, anneannemin aldığı koyunla baş başa kaldık. apartmanın arka tarafında bulunan kesim yerinde kasap sadece kafasını kesti ve gitti hayvanın. anneannem yaşlı ve aşırı aksi olduğu için artık abim, ben ve kafasız koyunla beraberdik. istemeden de olsa yüzdüm koyunun derisini. başta sinir bozucuydu amma sonradan eğlenmeye başladım. sonra ayırdık hayvanı ordan burdan ve taşıdık eve. böbrek, ciğer, kalp, bağırsaklar, kemikler... uzun süre inceledim kendilerini. inceledikçe daha da hoşuma gitmeye başladı. sadece kokusu kötüydü ve üzerine sinince uzun süre çıkmıyordu. ve ben kararımı vermiştim. cerrah olmak istiyordum. hastaneleri de oldum olası severdim zaten.

ben: anne ben karar verdim, tıp okuyup cerrah olmak istiyorum.
annem: iyi sonunda doğru düzgün bir meslek buldun.
ben: sonra da organ mafyasına karışıp ilk olarak anneannemin organlarını satmayı planlıyorum. para kazanmam lazım çok fazla.
annem: iyi sen bi kazan da, oraya daha var.
ben: peki.

bundan sonraki iki sene ne yalan söyleyeyim deli gibi çalıştım öss'ye. derslerim çok iyi, puanlarım oldukça yüksekti. sınavım iyi geçmişti ancak o yaptığım fizik kaydırmaları ile beraber herkes için iyi benim için kötü bir puan aldım. istediğim hiç bir yer olmuyordu (cerrahpaşa tıptan bahsediyorum). alt üst olmuştum. tercihlerin gönderilmesine iki gün kala 65 farklı bölüm-üniversite vardı.

ben: anne ben karar verdim uzay mühendisliği okuyacağım.
annem: ne yapacaksın sonra?
ben: nasa'da çalışırım.
annem: haa, nasa da seni bekliyordu zaten.
ben: peki.

işte o iki gün kala oturuyorduk arkadaşlarımla. üç tanesi itü inşaat mühendisliği istiyordu amma puanları yetmiyordu.

çağlar: itü inşaat yazsana bizim için ya biz gidemiyoruz sen bari git.
ben: inşaat mühendisi olacağıma mimar olurum bi kere.
pelin: olabilirsin aslında sen öyle işlere yatkınsın, zevklisin, hem çizimin de iyi.
eray: o daha düz çizgi çizemez be.
hava: çizer.
pelin: kağıt kalem var burada, çizer bi kere.
ben: çizerim tabi.

gerçekten de alt alta dört tane falan parallel çizgi çizdim. mimarlıkta okuyan bir arkadaşım vardı, cem, aradım onu, gel yaz dedi. ben de yazdım. yazmakla da kalmadı tuttu. amma benim istediğim bu değildi. yurtta kalırken tıp okuyanları görüp bi de kendi yaptıklarıma bakınca hepten sinir olmaya başladım. adamlar kadavra kesiyordu; ben suni mantar, maket kartonu falan filan. bir de o ara sinir olduğum çok insan vardı çevremde. onları öldürmek için planlar yapıp kendilerini sıraya alıyordum.

ben: anne ben karar verdim seri katil olacağım.
annem: seri olma, onlar hep aynı şekilde öldürüyorlar sonra da hemen yakalanıyorlar, değişik ol biraz, kendi tarzını yarat.
ben: peki yakalanırsam suçu üstlenir misin?
annem: ben değil de baban üstlenirmiş, öyle diyor.
ben: tamam teşekkürler.

kaç sene geçti ben dördüncü sınıfa geldim hala sevemedim bu bölümü. çok da sıkıldım son zamanlarda. uzatıyorum zaten, gitmiyorum okula. içimden gelmiyor. 

ben: anne ben mama olmak istiyorum.
annem: ay beren!!
ben: amma babam hep bi baş ol da ne olursan ol derdi. o zaman abimle uyuşturucu işine girelim. (abim vanda asker şu anda). o vandan yollar, ben burda satarım, yakalanırsak anneannem yaptırdı deriz.
annem: ha bi o kaldı zaten.
ben: aslında abim geçen gün telefonda söyledi, çocuk işine de girebiliriz.
annem: o ne ki?
ben: işte küçük çocukları kaçırıp, satacağız.
annem: te allahım, düzgün şeyler iste kızım ya bitir okulunu güzel güzel.
ben: sen de hiçbir şeyi beğenmiyorsun anne ya, o değil de bitmiyor bu okul bi türlü.
annem: biter biter.

bilmiyorum gerçekten biter mi, biterse ben ne yaparım, mimarlık yapar mıyım. aklım çok karışık hala şu meslek konusunda. bazen kanımın kaynadığı oluyor ya bakalım. kısmet (!)

26 Nisan 2010 Pazartesi

11

final haftası için gelmiştik arkadaşımın annesinin evine. arkadaşın annesi yemekteyiz programına katılmıştı ve bu evi kullandığı için çekim yapılıyordu. neyse ki son gününe denk gelmiştik. finaller de bitmiş sonra. diğer eve geçecekmişiz. kimin eviydi tam hatırlayamıyorum. çok rüzgar vardı yolda yürürken. yanımızdaki adam masa lambam için iki tane küçük renkli ampul almış. aynı adam, ayrıca, bana ve yiğitcana bi de diğer kıza hediye almış. poşetleri verdi. bana çay, yiğitcana meyve, kıza da sebze falan almış. ben daha yeni çay almıştım amma eve. keşke meyveleri bana verseydi, diye düşündüm.belki yiğit meyvelerini bana verirdi. diğer evin oraya geldiğimizde arkadaşın annesi el salladı bize.ben daha önceden tanışmışım onunla. arkadaşım başka arkadaşlarıyla evin karşısındaki çay bahçesinde nargile içiyorlardı. onlara da el salladım, içeri giriyoruz diye elimle evi işaret ettim. sonra diğer kadın geldi. o da bu evi yemekteyiz için kullanacakmış. neden kendi evinizi kullanmıyorsunuz diye sordum. meteorolojiye baktım, rüzgar diğer evin yönünde esiyor burası rüzgar almıyor, ondan, dedi. sonra içeriye dört tane takım elbiseli adam girdi. bunlar diğer yarışmacılardı. çok küçük görünüyorlardı. ömürle mutfağa geçtik. ee kameralar nerede, diye sordum. gelirler birazdan, çok heyecanlıyım, dedi ömür. hazır kameralar gelmemişken ben sana yardım edeyim, yapalım yemekleri, dedim. kapı çaldı o sırada. abim eve götürmek için beni almaya gelmişti. hava kararmak üzereydi. abim, ben ve arkadaşı yürüyorduk. bankamatiklerin önünden geçerken, abim para çekeceğini söyledi. abim para çekerken ben yandaki bankamatiğe sıkışmış bi elli lira buldum. aldım parayı, hep yerden yüz lira bulmak istemişimdir, dedim. elimdeki elli lira, yüz olmuştu. abimin arkadaşı kıskandığından tam abimin parası gelirken hızlıca çekti paraları. o sırada bankamatiğin ön kapağı açıldı ve paralar dışarı döküldü. bankanın güvenlik görevlisi kadın geldi elinde bir kullanım kılavuzuyla ve kapağı düzeltirken, hep bu kılavuzu ne zaman kullanacağım diye merak etmişimdir, diye mırıldanıyordu. abimlerle yürümeye devam ettik. hava iyice kararmıştı. abimler gitmişti. ben geri döndüm bankamatiğin oraya. nöbet tutmam gerekiyordu. üzerimde beyaz bir gömlek vardı. bankamatiğin önünde de bir araba duruyordu. karanlıktı, güvenlikteki kadına bakındım, korkuyordum, elimde bir kalem tutuyordum ve, ve ben çıplaktım. o kalemle üzerime giysi çizmeye çalışıyordum.

24 Nisan 2010 Cumartesi

10

annemle taksimde yürüyorduk. şengül teyzem, ablası, kocası falan vardı. hava yağmurluydu ve çok açtık. kahvaltı için bir yerlere gidelim dediler. onlar önden gitti. biz annemle önce başka bir yere uğrayacaktık. istiklal diğer günlere göre daha boştu bugün. havadan olsa gerekti. annemle önce pinin sokağına girdik.  ben birine baktım yoktu. sonra şengül teyzelerin yanına doğru devam ettik. taş bir binanın alt katındaki kafenin içerisinde büyük bir masada oturuyorlardı. biz de yanlarındaki küçük yuvarlak masaya oturduk. canımız pek bir şey istemiyordu. ters giden bi şeyler vardı çünkü. hüzünlüydü herkes. garson geldi yanımıza ne isteriz diye sormaya. annem, kahve, dedi. ben de ilerdeki semaveri görüp, çay, tazeyse çay istiyorum, dedim. annem diğer masaya geçmişti, şöyle bi menüye baktım. çok ilginçti. kahve 1 lira, çay 10 liraydı. anneme söylemeyelim, dedi annem teyzemlere, kaldıramaz, zaten yeni kalp ameliyatı oldu, çok ağır gelir. ağlıyordu annem. büyük dayım ölmüştü. kafedekiler bizden rahatsız oluyorlar gibi hissettim nedense. zaten kapatacaklarını söylediler. biz de benim eve gitmeye karar verdik. arabadaydık. annem çok ağlıyordu. ben de ağlamak istiyordum amma anneme destek olmak için tutuyordum kendimi. eve geldik. içim çok huzursuzdu, çok mutsuzdum. dayımla çok muhabbetim yoktu amma koymuştu baya. perdeleri açtım eve gelince. güneş vardı. annemin telefonu çaldı. sesinden pek iyi bir haber olmadığı anlaşılıyordu. babam da ölmüştü. dondum bi an. algılayamadım. babamla çok fazla anım yoktu amma işte babamdı sonuçta. annem baya kötü olmuştu. ben de kötüydüm. amma ona destek olmak için güçlü olmak zorundaydım. sadece sustum.

9

annem ve babam ön koltuktaydılar. arabayı babam kullanıyordu. abim babamım arkasında, ben annemin arkasındaydım. anneannem de aramızda oturuyordu. istanbuldan denizliye dönüyorduk. sahil şeridinden ilerliyorduk. herkesin keyfi yerindeydi. etraf değişmeye başladı birden. her yerde arapça yazılar vardı; dükkanlarda, sokaklarda, apartmanlarda...babam değişiklik olsun diye irandan geçmeyi tercih etmişti denizliye giderken. sokaklardaki kadınlar hep baş örtülüydü amma hepsinin önden saçları görünüyordu. annem de çantasından siyah bi fular çıkarttı, göstermelik bi şekilde örttü kafasına. anneannem koltuğun ortasından dışarı bakıyordu. dar bir sokağa girdik sonra. sıra sıra dükkanlar vardı. tam ortadaki dükkanda camekanın arkasında uzun sakallı bir rahip, yanında da bir rahibe vardı. çok şaşırdım onları görünce. burası bir kiliseydi. iranın tam orta yerinde böyle bir yer olması baya ilginç gelmişti. biraz daha ilerledik arabayla. sonra biz indik abimle. sol tarafta yeşil bir park var, sağ tarafta apartmanların olduğu bir yokuşa geldik. abim aşağı doğru koşmaya başladı. ben de onunla koşuyordum. çocuklar vardı top oynayan. amma annem ve babam nerdelerdi? arabayı göremiyordum. anneannem uzaktan görünüyordu sadece. biz abimle baya koştuk sokaklarda. ne zamandır bu kadar eğlenmemiştim. sonra bir meydana çıktık. babamlarla burada buluşacakmışız meğer. tekrar bindik arabaya. babam, malezyaya uğrayalım ordan gideriz eve, dedi. ben sordum, malezyaya kadar gelmişken ben yazın japonyaya gideceğim ya oraya da uğrayalım mı? babam cevapladı, neden olmasın?

23 Şubat 2010 Salı

8

tünel pi nin ikinci katındaydık amma tünel değildi burası. daha sakin, normal bi mahalle sokağına bakıyordu dükkan. etraf dağınıktı, toplantı vardı. amma kopmuştu millet, kimse ilgilenmiyordu. sonra herkes işi gücü bırakıp pencereye koştu. ben telefonla bi şeyler yapıyordum. baktım kimse gelmiyor, ben de gittim pencerenin o tarafa. karşı apartmanda on tane falan adam sırıtarak omuzlarında aşırı şişman başka bir adamı tutup pencereye doğru ilerliyorlardı. bizimkiler adamın kilosunu tahmin etmeye çalışıyorlardı. yüz kilo falan vardı. yüz olması imkansız en az iki yüz kiloydu ve adam gitgide daha da şişmanlıyordu. biraz daha dikkatlice baktım. amma amma o adam gerçekten şişman değil ki, yüzü zayıf bi kere, içini sanırım toplarla doldurmuşlar, diyebildim. çok şaşırmıştım.. adamın bana baktı. gülümseyerek bingo işareti yapıyordu ki diğer adamlar onu oencereden aşağı attılar. koşarak dışarı çıktım. balonlar havaya uçuyordu. yerde yatan küçük çocuğa, iyi misin, dedim. etrafa saçılmış toplar vardı ve yandaki binanın merdivenlerinden aşağı yuvarlanıyorlardı. çok renkli bir top tam düşecekken ayağımla tuttum. ister misin, diye sordum çocuğa. bir an kararsız kaldı, sonra, hayır sanırım bir daha asla toplarla oynamayacağım dedi. bu olay büyüse de çocuğun bilinçaltına işleyecek, hasarlar yaratacak onda, diye aklımda geçirdim. istediğin bir şey var mı, diye sordum çocuğa. su, dedi. bakkala giriyordum ki elimi pantolonumun cebine ae hiç paramıttım ve hiç paramın olmadığını farkettim. çantam kafenin üst katındaydı, cüzdanım da içerisindeydi. duraksadım bi süre, bakkalda isteyebilirdim, alt tarafı bir suydu, hatta getirip geledebilirdim. sonra vazgeçtim. çocuk hala yerde yatıyordu, dükkana kadar gelsen, sana ordan su versek, dedim. o sırada beş altı tane çocuk koşarak yanımıza geldi. azarladım önce onları. toplar merdivenden aşağı yuvarlandı, dedim. aceleyle oraya gittiler. yalnız bi tanesi durdu içlerinden ve sordu yerde yatan çocuğa, iyi misin?

28 Ocak 2010 Perşembe

not :

bir süredir yazmamamın sebebi artık rüya görmemem ya da hatırlamamam değil; sadece içerdiği kişi ve olaylardan dolayı paylaşmak istememem. öyle bildirmek istedim=)

3 Ocak 2010 Pazar

7

hani daha yeni doğmuş bebekleri taşımak için kullanılan yatak misali çantalar vardır ya, işte öyle bir yatak-çantanın içinde uyuyordu bu bebek de. yanımda nesi olduğunu bilmediğim bir kadın vardı ve sürekli bebeğin uyanmasından ya da zarar görmesinden korkuyordu. hava çok soğuktu. kar yağmıştı, bembeyazdı her yer. bebek üşümesin diye sıkıca sarılmıştı ve çantanın da kapağı kapalıydı. nereye gidiyorduk bilmiyorum. hatta bebeği kim taşıyordu onu da hatırlmıyorum, amma bi kaç kere düşürdü elinden bebeğin olduğu çantayı. korkuyla baktık bebeğe bi şey oldu mu diye, amma mışıl mışıl uyuyordu. sonra ben aldım çantayı, yürümeye devam ediyorduk ki açtım bebeğe bakmak için, uyanmış gülücükler saçıyordu. kucağıma aldım, çok güzel kokuyordu, bembeyaz karlara baktı, bana baktı, bi şeyler söylüyordu amma ben gülümsemesine takılmış, yürümeye devam ediyordum.

alt katta ödev için toplanmıştık. uzunca bi masa etrafında alt ve üst sınıftan mimarlarla konuşuyorduk. sarı duvarları vardı buranın. merdivenden öğrenciler iniyordu amma bir çoğu mimarlıktandı. ödevi bitirelim artık dedi birisi. saat 9u 20 geçiyordu. ders buçuktaydı. onur can'a sordum, yetişecek mi, diye. kafa salladı sadece. ben eşyaları toplayayım o zaman, dedim. oteldeydik. anahtarı alıp odaya çıkayım dedim. yuvarlak, üzerinde 10 yazan, altın sarımsı bi anahtarlıktaydı. bordo halılı merdivenlerden çıktım, çok fazla koridor vardı, bi an duraksadım. otel görevlilerinden biri yanıma gelerek, sizin odanız bu tarafta, dedi. beni 11 nolu odaya götürdü. elimde 10 numaranın anahtarı vardı. sırt çantamın ön gözüne baktım, 11 nolu anahtar vardı, amma bir de 7 numaranınki de vardı. görevli anlamsız bir şekilde bana baktı. arkadaşlar toplanıyorlar da, sanırım onlar koydular çantaya anahtarları, dedim. sonra da 11 nolu anahtarla 10 nolu odaya girdim.

anneannemle annem telaş içindeydi. hadi kızım geç kaldın, dediler. tamam, dedim, toparlanıyorum ya. masanın üzerinde bir anahtar duruyordu. enverle babası az önce çıkmışlardı anneannemin evinden. bu enverin evinin anahtarına benziyordu. koşarak indim merdivenlerden, bi yandan da sesleniyordum; enver, bekle. nefes nefese apartman girişinde yakaladım onları. bu senin evin anahtarı mı, diye sordum. babası cebinden  evin anahtarını çıkarttı. üst kısımlar benziyordu amma benim elimdei anahtarın alt kısmı daha kısaydı. yok değil, dediler, bu diğer evin anahtarı. çok yorulmuştum. sen git orda dinlen, dedi enver. ders de başlamıştı amma dinlenmem gerekiyordu. hava çok soğuktu, amma çok güzeldi bembeyaz karlar.

elimdeki anahtarla açtım amcamların evinin kapısını. elektrikli sobayı açık unutmuşlardı. giriş holünün solundaki odaya girdim. balkon kapısı açıktı. uzun perdenin arkasında bir elektrikli soba daha vardı ve perde alev almıştı. hemen söndürdüm bu küçük yangını amma çok korkmuştum. pvc balkon kapısını sıkıca kapattım, hemen yanındaki pencereden dışarıdaki karlara baktım. balkonda uçuk mavi bir pilates topu vardı ve mangalın üzerinde duruyordu. off bi yangın daha mı, dedim amma havanın soğukluğuna ve balkonda olmasından dolayı pek de umursamadım. odadaki yatağa uzandım. yengemle kuzenim gelirdi zaten birazdan.

saat 13.30'a geliyordu uyandığımda, derse geç kalmıştım. amma devamsızlığım çok fazlaydı. kesin kalacaktım artık. banyoya gidip elimi yüzümü yıkayayım dedim. koridorda ilerledim. içerde biri uyuyordu, uykudaki hırıldama sesini duyuyordum. hemen yanında banyo vardı. amma kapısı çok dardı. nasıl giriyorlardı burdan içeri? yan bir şekilde geçtim bu aralıktan. labirent gibiydi. diğer yatak odasından buraya bir kapı vardı, öteki tarafa baktım, benim yattığım yerden uzunca bir koridorla da buraya gelinebiliyordu. bu yoldan ilerledim. genişçe bir koridordu, 4 5 tane buzdolabı vardı. ev sahipleri beyaz eşya satıyorlarmış, burası da depoymuş aslında. ilerledim. küçük bir mutfağa geldim. çok dağınık ve pis sayılırdı. bulaşıklar vardı. etrafı inceledim, bardaklara baktım. değişik sayılabilecek bi çok bardak, kadeh vardı. küçümseyerek devam ettim yola. yine odalar, koridorlardan geçtim. spiral gibiydi burası. döndükçe başka bir yere bağlanıyordu. bu kez kocaman, çok şık ve çok düzenli bir mutfaktaydım. L biçiminde geniş bir tezgah vardı. üzerinde 2 tane tost makinesi duruyordu. diğer tarafta uzun bir masa ve üzerinde 3 tane bilgisayar vardı. yerler çok güzeldi. küçük renkli mozaik işlemesi bir desen vardı. yürümeye devam ettim. ilkinden daha şık bir banyoya girdim. tam yüzümü yıkıyordum ki bi kız, meraba, dedi. ürktüm birden, anahtarları enver verdi, uyudum biraz çıkıyorum zaten, dedim. biz de kahvaltı edecektik, gel sen de, dedi, mutfağa gitti. saçlarımı topuz olarak toplamıştım. siyah kot pantolonumla beyaz merserize kazağım vardı üzerimde. değiştirmeyi düşündüm uzunca bi süre. iyi de yanımda bi şey yoktu ki. sırt çantamdan makyaj malzemelerimi almayı düşünüdüm. amma nerdeydim tam olarak ve burdan nasıl çıkacaktım bilmiyordum. banyo dolabının alt kısmına asılı havluyla yüzümü kuruladım, havluyu yerine astım. mutfağa gittim. az önce bana merhaba diyen kızın kardeşi geldi boynuma sarıldı. ben bu kızı tanıyormuşum aslında, sordu bana nerelerdeyim diye. o da ısrar etti kahvaltıya kal diye. sonra bi kadın geldi içerden sarışın kısa boylu, o da bu kızın halasıymış. gülümsedi bana. telefonum çalmaya başladı. banyoya gittim. nerdesin sen, diye azarladı annem beni, derse geç kalmadın mı?. tamam, dedim, çıktım zaten yola geliyorum, envere bi anahtarları vereyim.