14 Temmuz 2010 Çarşamba

japonya insanın kendine yakışanı giymesidir.



tam ortasındayız artık. bi bu kadar sonra dönüyoruz. özledik istanbulu fazlasıyla amma yavaştan da alıştık sanki buraya. sadece gezmek dışında, burada yaşamı tanımaya fırsatımız olduğu için bağlanıyoruz buraya. peki naptık biz geçtiğimiz hafta? 3lerin 9 temmuz cuma, biz 4lerin de 12 temmuz pazartesi jürisi olduğu için okulda fazlaca vakit geçirdik. bisikletlerimizle ara ara gezmeye gittik. salı günü ışıklarda bi kıza lalaport a nasıl gidebileceğimizi sorduk, aldı bizi götürdü, ben de oraya gidiyorum, diye. aldık kahvelerimizi, tatlılarımızı oturduk starbucksa. ve başladık sohbet etmeye. hiç tanımadığı 4 yabancı kıza sanki yıllardır tanıyor gibi içten davranıyordu bu japon kız. sonradan söyledi, aslında işi yokmuş bizim için gelmiş. akşam da facebookta ekleyip her birimize teşekkür mesajı atıp tekrar görüşmek istediğini söyledi. basit bi olay gibi görünse de aslında burdaki insanları da git gide tanımaya başlayınca bunun japonlara özgü nezaketin sadece küçük bir örneğiydi.

çarşamba günü malum jürilerden dolayı gezmek için dışarı çıkamadık. yağan yağmur eşliğinde akşama kadar okulda takıldık, projemizi yaptık. perşembe için sınıftaki kızlarla yemek için sözleştik. bizi uzunca bi yoldan lalaporta götürdüler. dedim, buranın daha kısa yolu var. bilmiyorlardı. ertesi gün google earthden gösterdim. aaaaaaaaaaaaaaa, dediler. neyse bi süre ne yiyeceğimize karar veremedikten sonra açık büfe ekmek çeşitlerinin olduğu bi restorantı seçtik. çok aç değiliz deyip 2şer kişi bir yemek alıp ekmek ve kruvasanlara abartırcasına daldık. ve ilk defa doyduk geldiğimizden beri buraya. sonra tuttular bizi kolumuzdan, purikuraaaaa, dediler. zaten geldiğimizden beri bi purikura purikura muhabbeti sürekli soruyorlar falan. hadi, dedik, takıldık peşlerine. ancak bi de ne görelim? murat hoca ve sinem hoca da merak etmişler purikurayı ancak tam çözemeden bitmiş süreleri. tabi bizim kızlar ezbere bildiklerinden her şeyi pat diye soktular bizi kameranın olduğu bölüme. hemen seçtiler arka planları, çat çat çekildik japon usulü fotoğraflarımızı. sonra diğer kabine geçtik. çekilen eşşek gözlü sürmeli fotoğraflardan beğendiklerimizi itinayla seçip zamana karşı kendilerine photoshop misali börtü böcük, yıldızlar, kalpler, makyaj ne varsa ekledik. bi de kızlar maillerine de attılar. bize de yapışkanlı çıktı halinde verdiler. böylelikle meşhur purikura çılgınlığına biz de katılmış olduk. yalnız kızlar bunun manyağı. hepsinin sahip olduğu minik ajandalarında deli gibi bunlardan yapıştırılmış sayfalar mevcut.

geleneksel cumartesi yağmurları artık gelenekselliğini yitirdi ve bizi bu hafta cuma karşıladı. sabah saat tam 10.00da kalkan otobüsümüzle nishinomiya belediye başkanın yanına teşrif ettik. o kadar olay halindeyiz ki burada belediye başkanı bizi görmeye çağırdı. hepimizi tek tek önceden belirledikleri yerlere oturttular. mütevvelli ziyaretinin yanı sıra bize öncelikle su ile rozet, fular ve minik bir kimonodan oluşan hediye seti sundular. ayrıca ortadaki çiçek de büyüktü. sonra geldi belediye başkanı. önce algılayamadık kendini. o kadar mütevazi, sevimli, yüksek bel pantolonlu zayıf bir amcaydı ki. anlattı bize kısaca bölgeyi. sonra sordu bize gözümüze takılanları ve üşenmedi tek tek not aldı söylediğimiz her şeyi. zaten öyle bir havaya büründük ki burada bu yoğun ilgiden. ünlü gibiyiz. sürekli fotoğraflarımız çekiliyor hem de bir kaç makineyle, insanlar gülümsüyor, el sallıyorlar, teşekkür ediyorlar, yine teşekkür ediyorlar, saygıyla eğiliyorlar, tekrar teşekkür ediyorlar. hepimiz dönünce sıradan hayatlarımıza geçtiğimizde yaşayacağımız şoktan korkuyoruz.

yağmursuz geçen ilk cumartesimizde kyotoya eski bir çay evine seramoniye gitmek için 13.00da buluştuk japonlarla istasyonda. önceden eğitimini aldığımız şekilde, kurallara uyarak girdik içeri. önce dolapta az soğutulmuş küp şeklinde bir tatlı ikram ettiler tek tek hepimize selam vererek kimonolu ablalar ve abiler. önce tatlıyı bitirdik önceden verilen beyaz kağıda koyup tahta çubukla keserek. 5erli olarak üst üste koyduğumuz boş tabakları topladılar bu kez. sonra tek tek yine selam vererek çay dedikleri kına kıvamında, çimen tadındaki içeceği getirdiler. önce bi yudum sonra hüüüp diye bitirin dediler. sağımda murat hoca vardı. o bitirdi diye ben de bitirdim ki sonraki on beş dakika kendime gelemedim. çay evinin yemyeşil bahçesini gezip kırmızı burunlu rahibin rehberlik ettiği bir tapınağa gittik. ayakkabılarımızı çıkarıp girdik içeri. duvarlardaki japonyada hiç olmamış olan panterlerin olmamış çizimlerine baktık. o odadan o odaya, bahçeden bahçeye gezdik burada ahşabın mükemmeliğine ayaklarımızı değdirerek. ayyakabıları hop diye çıkarma alışkanlığı var burada. kimse yadırgamıyor. kızlar stüdyoda falan yalınayak geziyorlar. nerdeyse hepsinin terliği var sınıfta. nazlı da bundan kendine konsept yaptı, sınıftaki terliklerin fotoğrafını çekiyor. bizde böyle olmaz okulda falan, dedik kızlara, çok şaşırdılar. bazı dükkanlar gördüm ben ayakkabı çıkarılıp öyle giriliyor. ben de buna şaşırıyorum açıkçası. havanın güzelliğini fırsat bilerek yokuş yukarılarda yemyeşil ormanların arasında gün batımına doğru başka bir tapınağa gittik. etrafta yukatalarıyla geleneklerini devam ettiren bir çok japon vardı. evet bu japonlara yukata gerçekten yakışıyor ve kadınları cidden daha bir güzel oluyorlar. sonra sinem hocayla buradaki suyla ellerimizi yıkayıp, sudan içerek günahlarımızdan arındık. tam kapanışa denk geldiğimiz için bizi kovalayan görevli eşliğinde tapınaktan ayrılarak yokuş aşağı küçük bir sürü dükkanın bulunduğu yoldan aşağı doğru yürüdük. daha küçük bir tapınağın önündeydik ki sesler gelmeye başladı. beyaz yazlık şort ve tshirtten oluşan kimonomsu kıyafetli ayağında baş parmağı ayrı ninja ayakkabılı bir sürü japon amcanın yürüyüşüne tanık olduk. onlarla köprüye kadar yürüdük. devamında küçük geyşa çocuklar, atlı çocuklar, kafasında leylek olan çocuklar, başka çocuklar, geleneksel kıyafetli bir çok japon geçti. matsuriye denk gelmiştik.

cumartesi yağmayan yağmur pazar günü yağmaya devam etti biz kobe yollarındayken. önce tadao andonun sanat müzesine gittik. evet, brüt betona ve andoya bir kez daha hayran kaldım. biraz yürüyüp sanat müzesinden yapı olarak çok alakasız olan deprem müzesine gittik. tamamen cam bir cepheye sahip alt taraflarında su olan pek de beğenemediğimiz bir yapıydı kendisi. 95 yılında olan ve büyük hasarlara sebep olan depremi unutturmamak için tasarlanmıştı burası. pek de olmamış diye düşünürken bizi bir salona aldılar. üç duvara yayılmış üçgen perdelerde, ses efektleriyle deprem anından görüntüler izledik arka arkaya. tüylerimiz ürpermişti ki kapı açıldı başka bir salona geçtik. depremden hasara uğramış bir sokağın bire bir aynı modelini yapmışlar. yıkılmış evler, çökmüş balkonlarda asılı kıyafetler, üzerine bi şeyler düşmüş araba, çatlamış yer tabakası, ilginç sesler, yangın efektiyle kanımızın çekildiğini hissettik. gerçekten unutturmaya niyetleri yoktu bu yıkıcı depremi. başka bir belgesel daha izledikten sonra depremle ilgili eşya ve maketlerin sergilendiği salonu ingilizce bilen rehberimiz eşliğinde gezdik. japonlar pek fazla ingilizce bilmiyorlar bu arada. okuldakilerin çoğu kendi çabasıyla öğrenmişler. ingiliz dili ve edebiyatı 4. sınıf öğrencilerinin bile söylemeye dilim varmıyor amma ingilizceleri fena. hocalar da fena. hele ki her hangi bir yerde bir şeyler alacaksanız işiniz cidden çok zor. siz ingilizce konuşuyorsunuz. onlar ısrarla japonca bir sürü şey söylüyorlar. hayır, ben ingilizceme kötü derdim, meğer benim ingilizcem gayet de süpersonik derecede iyiymiş.

bu arada geçen hafta kızların acayip kıyafetlerinden bahsetmiştim ya, sanırım onun nedeninin bir kısmını çözdüm. yağmura karşı bir çözüm olarak o kısacık şortları ve plastik terlikler ile topukluları giyiyorlar. yağmur ile güneşin dayanılmaz olduğu japonyada en önemli aksesuar tabiki de şemsiyeler. her türlü, çok ilginç ve herkeste çeşit çeşit yağmur ve güneş olarak ayrılan şemsiyeler bulunmakta. mekanlara girerken de şemsiyelerinizi koymanız için yerler ya da ıslak şemsiyeler için şemsiye poşetleri tasarlanmış. bir de üç haftadır o kadar mekan geziyoruz; sergi olsun, müze olsun, alış veriş merkezi olsun daha bir kere bile güvenlik dedektöründen geçmedik, çantalarımızı geçirmedik. böyle de güvenilir bir yer burası. yalnız tuvaletlerde sıkıntı var. tamam gayet teknolojik. istenmeyen seslere çözüm sunmuşlar, klozeti ısıtmışlar, sıcak suyu, kurutması, hatta klozeti temizlemek için ayrıca bir sabun bile mevcut amma; ellerinizi yıkadığınız sabunlar sabun değil. bulaşık suyu kıvamında acayip bir su. ayrıca şimdiye kadar sadece bir ya da iki tuvalette el kurutma aparatı gördüm. bir tanesinde de peçete vardı gözlerim doldu. şöyle ki bu japonlar yanlarında küçük küçük havlular taşıyorlar ve ellerini yıkadıktan sonra, yağmurda ıslanınca, terleyince çıkartıyorlar bir güzel. biz de bakıyoruz kendilerine ıslak ellerimizi sürüyoruz üstümüze. zaten tuvalet kağıtları da bi acayip. fazla inceler sanki. sanki değil, evet çok inceler. ıslak ellerinizi kurulamak için koparmaya çalıştığınızda her yerinize yapışıp dağılıyorlar ayrıyeten.

geçen hafta bilgisayar odasında kim ailesiyle konuştuysa hepsi şu minnacık karpuzdan bahsetti. bi karpuz getirdiler, bu kadaaaar diyerek herkes elleriyle üçgen yapıp webcamle gösterdi karşısındakine. amman bi şey olmasın bu hafta yemekler gayet güzeldi. umarım böyle devam eder. zaten pirince de alıştık. pirinç bu arada, pilav değil. ayrıca kimsenin sevmediği kahvaltı için gelen ton balıklı şeyi sadece ayşegül, evet o yemekleri hiç yemeyen ayşegül, işte o sevdi. artık herkesinkini o yiyecek.

peki diğerleri ne mi yaptı? hemen anlatıyorum. büşra sınıftaki bütün kızlara, yukatan var mı, eğer varsa getir, bi de makyaj yap, ben senin fotoğrafını çekip deviantartıma koyayım diye anlattı da anlattı. gökçe bütün akşamlarını yatağa gömülüp dizi izleyerek geçiriyor. nazlı sonunda perşembe günü havuza gidebildi, ayrıca projeye gösterdiği çalışma aşkı ve eskizleriyle gözde öğrenci konumuna yükselerek murat hoca tarafından elması kızartıldı. irem mantıyı çıkarmayacak anlaşıldı. ancak kendisi küçük bir makarna salatası krizi yaşadı. kendisine söz önümüzdeki hafta yapacağım. elif bütün hafta hüseyinin makedonyaya gitmesinden bahsetti. gözde ilk hafta bi japon bebeğe dokunarak teninin sert olduğunu hayal kırıklığıyla bildirmişti. artık sürekli japon bebeklere dokunarak onların tenlerinin sert olup olmadığını kontrol ediyor. sinem hoca gittiğimiz her yerde fotoğraf için poz veriyor. murat hoca da her akşam kapatmayı unuttuğumuz mutfak perdesini kapatıyor. ben iyileştim gibi. sürekli etrafı düzeltiyorum. hatta geçenlerde bütün yurdu süpürüp temizledim. bi de her gün markete gidip 40 dakika kadar abur cubur reyonuna bakıyorum. bi gün olmasa da bi gün tutturuyorum iyi bir şeyler. ayrıca sınıftaki kızların söylediği her şeyi tekrarlayıp kendilerini çıldırtıyorum. aradan seçtiğim kelimelerle az buçuk anlıyorum kendilerini ve artık benden 'japonca bildiğim düşüncesi'ne kapılarak yanımda konuşmaya hafiften çekiniyorlar. bi de iki tanesini türklere benzettim çok fazla sevindiler. zaten onlara pazartesi için bir türk gecesi hazırlandı. pazar gecesi saat 23.00de kobeden döndükten sonra mevcut geceye türk yemekleri hazırlamak için toplandık mutfakta. biber dolma, zeytinyağlı fasülye, börülce, poğaça, un helvası gibisinden yemekleri yapmaya koyulduk hep bir elden. ertesi gün jürisi olan biz 4ler bi yandan çizimleri bir yandan yemekleri yetiştirme telaşındaydık. peki sonra ne mi oldu? gelecek hafta=)


6 Temmuz 2010 Salı

nippon. nippon desu.




daha sanki dün yazdım sanırken ikinci haftamızı geride bırakmışız. şöyle kısaca toparlamak gerekirse; mütevelli heyetiyle tanışma şaşkınlığıyla başladı haftamız. her birimiz bir nevi düğün şıklığında giyinerek ayağımızda topuklu ayakkabılar şap şup gittik haftanın ilk dersine. sonra aldılar bizi otobüse ve götürdüler ana kampüse. önce okazaki hoca bize okulu, kendi tasarladığı bölümleri gösterdi. saatler 16.00yı gösterdiğinde mütevellinin kapısına dikildik ve kare oturma düzenine önce şuradan başlayın, yok yok buradan başlayın oturmaya telaşıyla geçtik yerlerimize. merhaba, diye karşıladı bizi okulun sahibi. adını söyledi türkçe. bir haftadır çalışıyormuş bizim için. sonra tek tek biz tanıttık japonca kendimizi, ve türkçe olarak nereli olduğumuzu falan söyledik. üşenmediler tek tek not aldılar. gerçi daha sonra sinem hoca dosya halinde yollamış kendilerine. yalnız bi sorun vardı. geldik koskoca mütevellinin karşısına. hiç bi şey yok masada. hani bari bi su olsaydı, öldük sıcaktan diye dertli gözlerle birbirimize bakındık. sadece minik bir çiçek vardı bir türlü yeri belirlenemeyen, özellikle de fotoğraf çekilirken oradan alınıp oraya konulan. ziyaretin kısa olanı makbüldür diyerek çıktık okuldan. otobüsün önünde beklerken tüm günün sıcağından, üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılardan bunalmış olan bizler, bizi yurdun orada bıraksalar, dedik murat hocaya. demez olaydık. önce kaç kişi yurda gidecek diye sordular, sonra kaç kişi okula gidecek diye sordular. sonra yine sordular. sonra o ona sordu. diğeri başkasına sordu. sordu. sordu. en sonunda karar verip, 'sizi yolda bırakmak güvenli değil, o yüzden hepinizi okula bırakıyoruz', dediler. güvenli değil? 10 dakikada bir saatte ortalama 40 km hızla araba geçen, kırmızı ışık sürelerinin nerdeyse 5 dakika olduğu, daha yayayı bisikletliyi 1 km uzaktan görünce durup bekleyen sürücülere sahip yolda bizi bırakmaları güvenli değilmiş. peki, dedik, bırakın bizi okulumuza. ha bu arada unutmadan sevgili mütevelli akşam bize renkli metal mukagawa university kutularında gofretçikler yolladılar. teşekkürler tekrar kendilerine.

çarşamba günü erkenden çıktık katsura sarayı yollarına. önce sinem hoca ve murat hoca girdi içeri. ancak ıssız bi yer burası ve saat sabah 11.00. sekiz kız aldık başımızı, keşfe çıktık etrafı. coffee & toast yazan bi duvar gördük. biraz ileriyi tarif ediyordu. umutlu umutlu yürüdük. küçük sevimli bir cafecikti burası. önden iki üç kişinin girmesiyle çıkması bir oldu. içerde bir sürü adam var, dediler. sanırım burası japoyanın kahvesi diye düşünürken yaşlı bi teyze geldi içerden ve davet etti bizleri. dikdörtgen şeklinde 5 masalı bir de minik servis barı olan küçücük bir yerdi burası. ortadaki üç masaya oturduk. en baştaki masada dedeler oturuyordu. en sondakinde de bir dede oturuyordu ki, büşra; gördün mü? diye sordu bana ağzı bir karış açık. kafamı bir çevirdim ki, yalnız dede elinde gayet bir porno dergisi, takılıyor. sonra diğer dedelere baktık, onlar da aynı. girişin yanındaki dergiliğe ilişti gözümüz. dedik, bari bakalım ne varmış? evet, hepsi gayet porno dergisiydi. dedeler gayet rahat ellerinde kahveleri dergilere bakıyor, teyzeler de servis yapıyorlardı. alkol falan da yoktu işin tuhafı. bi ara nazlı ben bi lavobaya gidiyorum dedi. geldikten sonra ayşegül de aynı şeyi söyledi ancak onunki biraz kısa sürdü. içeri girmesiyle dönmesi bir olmuştu. nazlı sen ellerini nerde yıkadın? lavabo yok içerde, ya da onlardan hangisi lavabo, diye sordu ayşegül. ehm şey ben ellerimi pisuarda yıkadım, dedikten sonra içlerine bir sürü süt ve tatlandırıcı eklememize rağmen acılığını bir türlü gidermeyen kahvelerimizi bitirip uzaklaştık buradan. sonra da uzun beklemeler ve gidip gelmeler sonucu grup grup sırayla girip gezdik katsura sarayını. 
cuma günü çay seremonisine katılacağımıza dair uyarıldık. evet şaka değil, sinem hocaya maddeler halinde yazılı olarak iletmişler kuralları. beyaz çorap giyilecek, dekolte olmayacak, pantolon olacak, takılar çıkarılacak, saçlar arkadan toplanacak, böyle biline!! itiraz etmeden uyduk kurallara ve söylenen saatte gittik okulun bahçesindeki geleneksel çay evine. sırayla anlatıldı ne yapacağımız ve başladı her şey gökçeyle. baş misafir amcanın anlattığı murat hocanın çevirdiği şekilde hoplaya sürüne koca kapı dururken küçük bi delikten daldık içeri selam vere vere geçtik yerimize. kimse istemiyordu o çayın tadına bakmayı amma şu baş misafir amcanın, şimdi ben içeceğim bu tatlıları da ben yiyeceğim siz de bakacaksınız, demesiyle zaten aç olan bizler bari şu bisküvilerden bi tane alsaydık, diye diz üstünde oturmanın verdiği bacak sızlamasıyla söylendik 4buçuk tatami ölçü birimli çay evinde. hani biz bardak bardak içeriz ya çayı düşünmeyiz bi kere de o kadar içiyoruz dur bi selam vereyim diye. peki onlar neden böyle seremonilere gerek duyuyorlar? cevabı aslında çok basitmiş. çay, japonyaya ilaç olarak gelmiş ilk defa. ondanmış bu kadar saygı. o kadar çay içerim, içmeyince resmen dengem bozulur daha bi kere böyle saygı göstermediğim için biraz utandım açıkçası kendimden. evet çay sen olmazsan sanırım hayat benim için de çok zor olur.

geleneksel okul gezilerinin yapıldığı cumartesi günü yağmur da geleneği bozmadı ve tüm gün yağdı da yağdı. tam iyileşiyordum ki yine ayaklarımın bir güzel ıslanması ve otobüsteki kapanmayan klima yüzünden hastalığım devam etmekte. ortalama 3 saat süren yolculuğun sonunda geldik ine ye. yemyeşil dağın eteğiyle denizin birleştiği yere sıra sıra dizilmiş geleneksel japon evlerinin oluşturduğu uyum o kadar huzurluydu ki. önce vapurla bi denizde dolaşar izledik manzarayı. süpersonik rehber teyzemizin anlattıklarıyla gezdik sokaklarda, inceledik evleri. sonra da teleferikle dağın yukarılarına doğru çıktık manzarayı izlemek için. burda manzara arkanızı dönüp bacak aranızdan manzara doğru bakmak gibi bir olay var. denizle gök yer değiştiriyormuş efsaneye göre. bi çok kez baktık amma sanırım hava kapalı olduğundan pek bir şey göremedik. ya da cidden efsane. emin değilim.

serbest gezilerimizi japtığımız haftanın son gününde osaka yollarına düştük. sanat müzesine gittik. kapalıydı. sanat olmadı bilim müzesine gidelim dedik, saat 15.00e kadar yer yoktu. neyse tokyoda daha büyüğü var, diyerek girişteki zeka küpü çözen robota kitlendik. 20 hamlede hop hop yapıyordu küpü. amma hep 20. biraz da aşmalı artık kendini diye düşünmekteyim. neyse aşırı güneşli ve sıcak havada yerlere yapışa yapışa gezdik osakanın arka sokaklarında. ilk başlarda ilginç gelen neredeyse on adımda bir soğuk içecek alınabilen makinelerin olması artık anlam kazanmıştı. gün batımına doğru umeda sky building e doğru yol aldık. ortası boş olan bu binadan 360 derece osaka manzarası eşsiz bir şekilde izleniyordu. her şey güzel de bir alt kattaki aşk yuvasını anlayamadım. kalpli asma kilitler, popo hareketiyle ışıkları yanan sevgi göstergesi, iki kişilik oturma yerleri, kalpli fotoğraf çekilme çerçevesi ve kalpli fotoğraf makinesi koyma sehbası ile cidden ilginçti.

ayrıca; geleneksel cumartesi gezilerinde her mola verdiğimizde japonlar gidip yiyecek ne varsa alıyorlar ve kokuyla bizi öldürmeye kalkıştıklarından haberleri bile yok. amma en korkuncu da sanırım bu japonların çok gürültülü olmaları hele ki mevcut gezi sırasında. hayır ironik bir şekilde sokaklar, kantin falan aşırı sessiz amma; asansör, tren, metro, gayet geleneksel kayık, vapur gibi ulaşım araçları ile marketlerdeki reyonların önünde sürekli konuşan bi teyze ses kaydı var, ki biz aynı teyze olduğunu düşünüyoruz, yani sürekli bi vıdı vıdı konuşma ve ha ha haaa gibisinden aynı kahkahalar duyulmakta. hele alış veriş resmen seremoniyle yapılıyor. kasiyer tek tek özenle alıyor elinizdekileri sayıyor 20 kere falan teşekkür ediyor, aynı özenle para üstünüzü geri veriyor. bi de her seferinde herhangi bir şey sayacaklarında cafede kişi olsun, markette aldıklarınız olsun, yeter ki birden fazla miktar olsun hep 'ichi, ni, san, shi, go, roku, nana....' diye üşenmeden tek tek sayıyorlar. ikişer, üçer falan gruplamayı bilmiyorlar sanırım. ilginç insanlar bu japonlar. trende hepsi hipnotize olmuş gibi kapaklı cep telefonu ekranına bakıyorlar ya da hiç umursamadan ayakta, murat hocanın omzunda falan uyuyorlar ve inecekleri durak geldiğinde çat kalkıp iniyorlar. kızlara gelince. bi kere tepkileri çok aşırı. aaaaaaaa, oooooooo, uuuuuu diye uzatarak her şeye fena halde şaşırıyorlar. kızlarla ilgili diğer bir vaka ise çok rüküş olmaları. aslında gayet gezdik alış veriş merkezlerini, ne de güzel kıyafetler bulduk amma kombine edemiyor bu japon kızları. zaten hepsi aynı giyiniyor neredeyse; ya normal tayt ya da ayaktan geçmeli tayt üzerine minnacık şortlar, kısacık etekler, 2 numara büyük topuklu ayakkabılar ki çapraz çapraz yürüyorlar (bu onlarda çekicilik sempatiklikmiş, hani küçük kızlar annelerin ayakkabılarını giyerler ya öyle), plastik terlikler, üzerine de yarım kollu önü kapalı bluzlar. erkekler ise ,ayırt etmek biraz zor olsa da, kadınlara benziyorlar. bi kere omuzdan askılı kadın çantası kullanıyorlar, çoğunun kaşları alınık ve gözlerinde sürme gibi bi şey var. diğer bir ayrıntı ise gözümüze takılan; elektrik telleri. hele ki ara sokaklar cidden bu konuda kabus gibi. birbirine geçmiş bir sürü kablo var. bazı bulvarlarda yok sadece amma sağ ya da soldaki sokağa kafanızı çevirdiğinizde kablolarla hemen karşılaşabiliyorsunuz. sokaklardan bahsetmişken; bitişik nizam sayılan ancak bitişik olmayan binalar var burada. aralarında 50 cm kadar boşluk var binaların ve bu boşluklar hem çok keyifli hem de inanılmaz temiz. bi de kent dokusunda bina ilişkisi yok. tek katlı bir binanın yanında gökdelen olabiliyor. bunun burda ne işi var diye kalakalıyorsunuz ortada. 

kısaca demiştim amma yine baya yazmışım. neyse son olarak; nazlısanın artık bisikleti var ve gayet de güzel kullanıyor. irem hala mantıyı çıkarmadı amma pişmiş kıyma çıkararak beni şok etmeyi başardı. murat hoca şemsiye kullanırken daha az ıslandı ve andonun binasında hepimizin aynı fotoğraf karesinde yer almasını sağlamak için makineyi kurduktan sonra koşup üstüne bi de merdivenlerden inerek rekor kırmış olabilir. sinem hoca, murat hocanın çikolatalı kruvasanını yemiş olabileceğini itiraf etti ki en başarılı kahvaltı seçmiştik bu kruvasanı. gökçe kantindeki abur cubur makinesindeki pembe tavşanlı paketin sırrını çözdü. elif ve gözde bile artık yemeklere isyan etmeye başladılar. ayşegül gelen meyveleri hemen yiyerek ertesi güne bırakılmaması gerektiğini öğrendi. büşrasan ise hala fotoğraf çekmeye devam ediyor. bana gelince, hala hastayım, hapşırmıyorum amma öksürüyorum. ayrıca, kızlar git gide japon olacağımı düşünüyorlar. şemsiyeyle bisiklet kullanabiliyorum. tüm bunlar dışında da hepimiz açız. tüm gün bir sürü ıvır zıvır yiyiyoruz amma elle tutulur bir şey yemiyoruz. bi de şu aralar hepimizin ağzına trendeki 'osaka, osaka desu' söylemi takıldı. o yüzden 'nippon, nippon desu' ya da türkçe meali ile 'japonya, japonyadır'.