6 Temmuz 2010 Salı

nippon. nippon desu.




daha sanki dün yazdım sanırken ikinci haftamızı geride bırakmışız. şöyle kısaca toparlamak gerekirse; mütevelli heyetiyle tanışma şaşkınlığıyla başladı haftamız. her birimiz bir nevi düğün şıklığında giyinerek ayağımızda topuklu ayakkabılar şap şup gittik haftanın ilk dersine. sonra aldılar bizi otobüse ve götürdüler ana kampüse. önce okazaki hoca bize okulu, kendi tasarladığı bölümleri gösterdi. saatler 16.00yı gösterdiğinde mütevellinin kapısına dikildik ve kare oturma düzenine önce şuradan başlayın, yok yok buradan başlayın oturmaya telaşıyla geçtik yerlerimize. merhaba, diye karşıladı bizi okulun sahibi. adını söyledi türkçe. bir haftadır çalışıyormuş bizim için. sonra tek tek biz tanıttık japonca kendimizi, ve türkçe olarak nereli olduğumuzu falan söyledik. üşenmediler tek tek not aldılar. gerçi daha sonra sinem hoca dosya halinde yollamış kendilerine. yalnız bi sorun vardı. geldik koskoca mütevellinin karşısına. hiç bi şey yok masada. hani bari bi su olsaydı, öldük sıcaktan diye dertli gözlerle birbirimize bakındık. sadece minik bir çiçek vardı bir türlü yeri belirlenemeyen, özellikle de fotoğraf çekilirken oradan alınıp oraya konulan. ziyaretin kısa olanı makbüldür diyerek çıktık okuldan. otobüsün önünde beklerken tüm günün sıcağından, üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılardan bunalmış olan bizler, bizi yurdun orada bıraksalar, dedik murat hocaya. demez olaydık. önce kaç kişi yurda gidecek diye sordular, sonra kaç kişi okula gidecek diye sordular. sonra yine sordular. sonra o ona sordu. diğeri başkasına sordu. sordu. sordu. en sonunda karar verip, 'sizi yolda bırakmak güvenli değil, o yüzden hepinizi okula bırakıyoruz', dediler. güvenli değil? 10 dakikada bir saatte ortalama 40 km hızla araba geçen, kırmızı ışık sürelerinin nerdeyse 5 dakika olduğu, daha yayayı bisikletliyi 1 km uzaktan görünce durup bekleyen sürücülere sahip yolda bizi bırakmaları güvenli değilmiş. peki, dedik, bırakın bizi okulumuza. ha bu arada unutmadan sevgili mütevelli akşam bize renkli metal mukagawa university kutularında gofretçikler yolladılar. teşekkürler tekrar kendilerine.

çarşamba günü erkenden çıktık katsura sarayı yollarına. önce sinem hoca ve murat hoca girdi içeri. ancak ıssız bi yer burası ve saat sabah 11.00. sekiz kız aldık başımızı, keşfe çıktık etrafı. coffee & toast yazan bi duvar gördük. biraz ileriyi tarif ediyordu. umutlu umutlu yürüdük. küçük sevimli bir cafecikti burası. önden iki üç kişinin girmesiyle çıkması bir oldu. içerde bir sürü adam var, dediler. sanırım burası japoyanın kahvesi diye düşünürken yaşlı bi teyze geldi içerden ve davet etti bizleri. dikdörtgen şeklinde 5 masalı bir de minik servis barı olan küçücük bir yerdi burası. ortadaki üç masaya oturduk. en baştaki masada dedeler oturuyordu. en sondakinde de bir dede oturuyordu ki, büşra; gördün mü? diye sordu bana ağzı bir karış açık. kafamı bir çevirdim ki, yalnız dede elinde gayet bir porno dergisi, takılıyor. sonra diğer dedelere baktık, onlar da aynı. girişin yanındaki dergiliğe ilişti gözümüz. dedik, bari bakalım ne varmış? evet, hepsi gayet porno dergisiydi. dedeler gayet rahat ellerinde kahveleri dergilere bakıyor, teyzeler de servis yapıyorlardı. alkol falan da yoktu işin tuhafı. bi ara nazlı ben bi lavobaya gidiyorum dedi. geldikten sonra ayşegül de aynı şeyi söyledi ancak onunki biraz kısa sürdü. içeri girmesiyle dönmesi bir olmuştu. nazlı sen ellerini nerde yıkadın? lavabo yok içerde, ya da onlardan hangisi lavabo, diye sordu ayşegül. ehm şey ben ellerimi pisuarda yıkadım, dedikten sonra içlerine bir sürü süt ve tatlandırıcı eklememize rağmen acılığını bir türlü gidermeyen kahvelerimizi bitirip uzaklaştık buradan. sonra da uzun beklemeler ve gidip gelmeler sonucu grup grup sırayla girip gezdik katsura sarayını. 
cuma günü çay seremonisine katılacağımıza dair uyarıldık. evet şaka değil, sinem hocaya maddeler halinde yazılı olarak iletmişler kuralları. beyaz çorap giyilecek, dekolte olmayacak, pantolon olacak, takılar çıkarılacak, saçlar arkadan toplanacak, böyle biline!! itiraz etmeden uyduk kurallara ve söylenen saatte gittik okulun bahçesindeki geleneksel çay evine. sırayla anlatıldı ne yapacağımız ve başladı her şey gökçeyle. baş misafir amcanın anlattığı murat hocanın çevirdiği şekilde hoplaya sürüne koca kapı dururken küçük bi delikten daldık içeri selam vere vere geçtik yerimize. kimse istemiyordu o çayın tadına bakmayı amma şu baş misafir amcanın, şimdi ben içeceğim bu tatlıları da ben yiyeceğim siz de bakacaksınız, demesiyle zaten aç olan bizler bari şu bisküvilerden bi tane alsaydık, diye diz üstünde oturmanın verdiği bacak sızlamasıyla söylendik 4buçuk tatami ölçü birimli çay evinde. hani biz bardak bardak içeriz ya çayı düşünmeyiz bi kere de o kadar içiyoruz dur bi selam vereyim diye. peki onlar neden böyle seremonilere gerek duyuyorlar? cevabı aslında çok basitmiş. çay, japonyaya ilaç olarak gelmiş ilk defa. ondanmış bu kadar saygı. o kadar çay içerim, içmeyince resmen dengem bozulur daha bi kere böyle saygı göstermediğim için biraz utandım açıkçası kendimden. evet çay sen olmazsan sanırım hayat benim için de çok zor olur.

geleneksel okul gezilerinin yapıldığı cumartesi günü yağmur da geleneği bozmadı ve tüm gün yağdı da yağdı. tam iyileşiyordum ki yine ayaklarımın bir güzel ıslanması ve otobüsteki kapanmayan klima yüzünden hastalığım devam etmekte. ortalama 3 saat süren yolculuğun sonunda geldik ine ye. yemyeşil dağın eteğiyle denizin birleştiği yere sıra sıra dizilmiş geleneksel japon evlerinin oluşturduğu uyum o kadar huzurluydu ki. önce vapurla bi denizde dolaşar izledik manzarayı. süpersonik rehber teyzemizin anlattıklarıyla gezdik sokaklarda, inceledik evleri. sonra da teleferikle dağın yukarılarına doğru çıktık manzarayı izlemek için. burda manzara arkanızı dönüp bacak aranızdan manzara doğru bakmak gibi bir olay var. denizle gök yer değiştiriyormuş efsaneye göre. bi çok kez baktık amma sanırım hava kapalı olduğundan pek bir şey göremedik. ya da cidden efsane. emin değilim.

serbest gezilerimizi japtığımız haftanın son gününde osaka yollarına düştük. sanat müzesine gittik. kapalıydı. sanat olmadı bilim müzesine gidelim dedik, saat 15.00e kadar yer yoktu. neyse tokyoda daha büyüğü var, diyerek girişteki zeka küpü çözen robota kitlendik. 20 hamlede hop hop yapıyordu küpü. amma hep 20. biraz da aşmalı artık kendini diye düşünmekteyim. neyse aşırı güneşli ve sıcak havada yerlere yapışa yapışa gezdik osakanın arka sokaklarında. ilk başlarda ilginç gelen neredeyse on adımda bir soğuk içecek alınabilen makinelerin olması artık anlam kazanmıştı. gün batımına doğru umeda sky building e doğru yol aldık. ortası boş olan bu binadan 360 derece osaka manzarası eşsiz bir şekilde izleniyordu. her şey güzel de bir alt kattaki aşk yuvasını anlayamadım. kalpli asma kilitler, popo hareketiyle ışıkları yanan sevgi göstergesi, iki kişilik oturma yerleri, kalpli fotoğraf çekilme çerçevesi ve kalpli fotoğraf makinesi koyma sehbası ile cidden ilginçti.

ayrıca; geleneksel cumartesi gezilerinde her mola verdiğimizde japonlar gidip yiyecek ne varsa alıyorlar ve kokuyla bizi öldürmeye kalkıştıklarından haberleri bile yok. amma en korkuncu da sanırım bu japonların çok gürültülü olmaları hele ki mevcut gezi sırasında. hayır ironik bir şekilde sokaklar, kantin falan aşırı sessiz amma; asansör, tren, metro, gayet geleneksel kayık, vapur gibi ulaşım araçları ile marketlerdeki reyonların önünde sürekli konuşan bi teyze ses kaydı var, ki biz aynı teyze olduğunu düşünüyoruz, yani sürekli bi vıdı vıdı konuşma ve ha ha haaa gibisinden aynı kahkahalar duyulmakta. hele alış veriş resmen seremoniyle yapılıyor. kasiyer tek tek özenle alıyor elinizdekileri sayıyor 20 kere falan teşekkür ediyor, aynı özenle para üstünüzü geri veriyor. bi de her seferinde herhangi bir şey sayacaklarında cafede kişi olsun, markette aldıklarınız olsun, yeter ki birden fazla miktar olsun hep 'ichi, ni, san, shi, go, roku, nana....' diye üşenmeden tek tek sayıyorlar. ikişer, üçer falan gruplamayı bilmiyorlar sanırım. ilginç insanlar bu japonlar. trende hepsi hipnotize olmuş gibi kapaklı cep telefonu ekranına bakıyorlar ya da hiç umursamadan ayakta, murat hocanın omzunda falan uyuyorlar ve inecekleri durak geldiğinde çat kalkıp iniyorlar. kızlara gelince. bi kere tepkileri çok aşırı. aaaaaaaa, oooooooo, uuuuuu diye uzatarak her şeye fena halde şaşırıyorlar. kızlarla ilgili diğer bir vaka ise çok rüküş olmaları. aslında gayet gezdik alış veriş merkezlerini, ne de güzel kıyafetler bulduk amma kombine edemiyor bu japon kızları. zaten hepsi aynı giyiniyor neredeyse; ya normal tayt ya da ayaktan geçmeli tayt üzerine minnacık şortlar, kısacık etekler, 2 numara büyük topuklu ayakkabılar ki çapraz çapraz yürüyorlar (bu onlarda çekicilik sempatiklikmiş, hani küçük kızlar annelerin ayakkabılarını giyerler ya öyle), plastik terlikler, üzerine de yarım kollu önü kapalı bluzlar. erkekler ise ,ayırt etmek biraz zor olsa da, kadınlara benziyorlar. bi kere omuzdan askılı kadın çantası kullanıyorlar, çoğunun kaşları alınık ve gözlerinde sürme gibi bi şey var. diğer bir ayrıntı ise gözümüze takılan; elektrik telleri. hele ki ara sokaklar cidden bu konuda kabus gibi. birbirine geçmiş bir sürü kablo var. bazı bulvarlarda yok sadece amma sağ ya da soldaki sokağa kafanızı çevirdiğinizde kablolarla hemen karşılaşabiliyorsunuz. sokaklardan bahsetmişken; bitişik nizam sayılan ancak bitişik olmayan binalar var burada. aralarında 50 cm kadar boşluk var binaların ve bu boşluklar hem çok keyifli hem de inanılmaz temiz. bi de kent dokusunda bina ilişkisi yok. tek katlı bir binanın yanında gökdelen olabiliyor. bunun burda ne işi var diye kalakalıyorsunuz ortada. 

kısaca demiştim amma yine baya yazmışım. neyse son olarak; nazlısanın artık bisikleti var ve gayet de güzel kullanıyor. irem hala mantıyı çıkarmadı amma pişmiş kıyma çıkararak beni şok etmeyi başardı. murat hoca şemsiye kullanırken daha az ıslandı ve andonun binasında hepimizin aynı fotoğraf karesinde yer almasını sağlamak için makineyi kurduktan sonra koşup üstüne bi de merdivenlerden inerek rekor kırmış olabilir. sinem hoca, murat hocanın çikolatalı kruvasanını yemiş olabileceğini itiraf etti ki en başarılı kahvaltı seçmiştik bu kruvasanı. gökçe kantindeki abur cubur makinesindeki pembe tavşanlı paketin sırrını çözdü. elif ve gözde bile artık yemeklere isyan etmeye başladılar. ayşegül gelen meyveleri hemen yiyerek ertesi güne bırakılmaması gerektiğini öğrendi. büşrasan ise hala fotoğraf çekmeye devam ediyor. bana gelince, hala hastayım, hapşırmıyorum amma öksürüyorum. ayrıca, kızlar git gide japon olacağımı düşünüyorlar. şemsiyeyle bisiklet kullanabiliyorum. tüm bunlar dışında da hepimiz açız. tüm gün bir sürü ıvır zıvır yiyiyoruz amma elle tutulur bir şey yemiyoruz. bi de şu aralar hepimizin ağzına trendeki 'osaka, osaka desu' söylemi takıldı. o yüzden 'nippon, nippon desu' ya da türkçe meali ile 'japonya, japonyadır'.

1 yorum: