14 Temmuz 2010 Çarşamba

japonya insanın kendine yakışanı giymesidir.



tam ortasındayız artık. bi bu kadar sonra dönüyoruz. özledik istanbulu fazlasıyla amma yavaştan da alıştık sanki buraya. sadece gezmek dışında, burada yaşamı tanımaya fırsatımız olduğu için bağlanıyoruz buraya. peki naptık biz geçtiğimiz hafta? 3lerin 9 temmuz cuma, biz 4lerin de 12 temmuz pazartesi jürisi olduğu için okulda fazlaca vakit geçirdik. bisikletlerimizle ara ara gezmeye gittik. salı günü ışıklarda bi kıza lalaport a nasıl gidebileceğimizi sorduk, aldı bizi götürdü, ben de oraya gidiyorum, diye. aldık kahvelerimizi, tatlılarımızı oturduk starbucksa. ve başladık sohbet etmeye. hiç tanımadığı 4 yabancı kıza sanki yıllardır tanıyor gibi içten davranıyordu bu japon kız. sonradan söyledi, aslında işi yokmuş bizim için gelmiş. akşam da facebookta ekleyip her birimize teşekkür mesajı atıp tekrar görüşmek istediğini söyledi. basit bi olay gibi görünse de aslında burdaki insanları da git gide tanımaya başlayınca bunun japonlara özgü nezaketin sadece küçük bir örneğiydi.

çarşamba günü malum jürilerden dolayı gezmek için dışarı çıkamadık. yağan yağmur eşliğinde akşama kadar okulda takıldık, projemizi yaptık. perşembe için sınıftaki kızlarla yemek için sözleştik. bizi uzunca bi yoldan lalaporta götürdüler. dedim, buranın daha kısa yolu var. bilmiyorlardı. ertesi gün google earthden gösterdim. aaaaaaaaaaaaaaa, dediler. neyse bi süre ne yiyeceğimize karar veremedikten sonra açık büfe ekmek çeşitlerinin olduğu bi restorantı seçtik. çok aç değiliz deyip 2şer kişi bir yemek alıp ekmek ve kruvasanlara abartırcasına daldık. ve ilk defa doyduk geldiğimizden beri buraya. sonra tuttular bizi kolumuzdan, purikuraaaaa, dediler. zaten geldiğimizden beri bi purikura purikura muhabbeti sürekli soruyorlar falan. hadi, dedik, takıldık peşlerine. ancak bi de ne görelim? murat hoca ve sinem hoca da merak etmişler purikurayı ancak tam çözemeden bitmiş süreleri. tabi bizim kızlar ezbere bildiklerinden her şeyi pat diye soktular bizi kameranın olduğu bölüme. hemen seçtiler arka planları, çat çat çekildik japon usulü fotoğraflarımızı. sonra diğer kabine geçtik. çekilen eşşek gözlü sürmeli fotoğraflardan beğendiklerimizi itinayla seçip zamana karşı kendilerine photoshop misali börtü böcük, yıldızlar, kalpler, makyaj ne varsa ekledik. bi de kızlar maillerine de attılar. bize de yapışkanlı çıktı halinde verdiler. böylelikle meşhur purikura çılgınlığına biz de katılmış olduk. yalnız kızlar bunun manyağı. hepsinin sahip olduğu minik ajandalarında deli gibi bunlardan yapıştırılmış sayfalar mevcut.

geleneksel cumartesi yağmurları artık gelenekselliğini yitirdi ve bizi bu hafta cuma karşıladı. sabah saat tam 10.00da kalkan otobüsümüzle nishinomiya belediye başkanın yanına teşrif ettik. o kadar olay halindeyiz ki burada belediye başkanı bizi görmeye çağırdı. hepimizi tek tek önceden belirledikleri yerlere oturttular. mütevvelli ziyaretinin yanı sıra bize öncelikle su ile rozet, fular ve minik bir kimonodan oluşan hediye seti sundular. ayrıca ortadaki çiçek de büyüktü. sonra geldi belediye başkanı. önce algılayamadık kendini. o kadar mütevazi, sevimli, yüksek bel pantolonlu zayıf bir amcaydı ki. anlattı bize kısaca bölgeyi. sonra sordu bize gözümüze takılanları ve üşenmedi tek tek not aldı söylediğimiz her şeyi. zaten öyle bir havaya büründük ki burada bu yoğun ilgiden. ünlü gibiyiz. sürekli fotoğraflarımız çekiliyor hem de bir kaç makineyle, insanlar gülümsüyor, el sallıyorlar, teşekkür ediyorlar, yine teşekkür ediyorlar, saygıyla eğiliyorlar, tekrar teşekkür ediyorlar. hepimiz dönünce sıradan hayatlarımıza geçtiğimizde yaşayacağımız şoktan korkuyoruz.

yağmursuz geçen ilk cumartesimizde kyotoya eski bir çay evine seramoniye gitmek için 13.00da buluştuk japonlarla istasyonda. önceden eğitimini aldığımız şekilde, kurallara uyarak girdik içeri. önce dolapta az soğutulmuş küp şeklinde bir tatlı ikram ettiler tek tek hepimize selam vererek kimonolu ablalar ve abiler. önce tatlıyı bitirdik önceden verilen beyaz kağıda koyup tahta çubukla keserek. 5erli olarak üst üste koyduğumuz boş tabakları topladılar bu kez. sonra tek tek yine selam vererek çay dedikleri kına kıvamında, çimen tadındaki içeceği getirdiler. önce bi yudum sonra hüüüp diye bitirin dediler. sağımda murat hoca vardı. o bitirdi diye ben de bitirdim ki sonraki on beş dakika kendime gelemedim. çay evinin yemyeşil bahçesini gezip kırmızı burunlu rahibin rehberlik ettiği bir tapınağa gittik. ayakkabılarımızı çıkarıp girdik içeri. duvarlardaki japonyada hiç olmamış olan panterlerin olmamış çizimlerine baktık. o odadan o odaya, bahçeden bahçeye gezdik burada ahşabın mükemmeliğine ayaklarımızı değdirerek. ayyakabıları hop diye çıkarma alışkanlığı var burada. kimse yadırgamıyor. kızlar stüdyoda falan yalınayak geziyorlar. nerdeyse hepsinin terliği var sınıfta. nazlı da bundan kendine konsept yaptı, sınıftaki terliklerin fotoğrafını çekiyor. bizde böyle olmaz okulda falan, dedik kızlara, çok şaşırdılar. bazı dükkanlar gördüm ben ayakkabı çıkarılıp öyle giriliyor. ben de buna şaşırıyorum açıkçası. havanın güzelliğini fırsat bilerek yokuş yukarılarda yemyeşil ormanların arasında gün batımına doğru başka bir tapınağa gittik. etrafta yukatalarıyla geleneklerini devam ettiren bir çok japon vardı. evet bu japonlara yukata gerçekten yakışıyor ve kadınları cidden daha bir güzel oluyorlar. sonra sinem hocayla buradaki suyla ellerimizi yıkayıp, sudan içerek günahlarımızdan arındık. tam kapanışa denk geldiğimiz için bizi kovalayan görevli eşliğinde tapınaktan ayrılarak yokuş aşağı küçük bir sürü dükkanın bulunduğu yoldan aşağı doğru yürüdük. daha küçük bir tapınağın önündeydik ki sesler gelmeye başladı. beyaz yazlık şort ve tshirtten oluşan kimonomsu kıyafetli ayağında baş parmağı ayrı ninja ayakkabılı bir sürü japon amcanın yürüyüşüne tanık olduk. onlarla köprüye kadar yürüdük. devamında küçük geyşa çocuklar, atlı çocuklar, kafasında leylek olan çocuklar, başka çocuklar, geleneksel kıyafetli bir çok japon geçti. matsuriye denk gelmiştik.

cumartesi yağmayan yağmur pazar günü yağmaya devam etti biz kobe yollarındayken. önce tadao andonun sanat müzesine gittik. evet, brüt betona ve andoya bir kez daha hayran kaldım. biraz yürüyüp sanat müzesinden yapı olarak çok alakasız olan deprem müzesine gittik. tamamen cam bir cepheye sahip alt taraflarında su olan pek de beğenemediğimiz bir yapıydı kendisi. 95 yılında olan ve büyük hasarlara sebep olan depremi unutturmamak için tasarlanmıştı burası. pek de olmamış diye düşünürken bizi bir salona aldılar. üç duvara yayılmış üçgen perdelerde, ses efektleriyle deprem anından görüntüler izledik arka arkaya. tüylerimiz ürpermişti ki kapı açıldı başka bir salona geçtik. depremden hasara uğramış bir sokağın bire bir aynı modelini yapmışlar. yıkılmış evler, çökmüş balkonlarda asılı kıyafetler, üzerine bi şeyler düşmüş araba, çatlamış yer tabakası, ilginç sesler, yangın efektiyle kanımızın çekildiğini hissettik. gerçekten unutturmaya niyetleri yoktu bu yıkıcı depremi. başka bir belgesel daha izledikten sonra depremle ilgili eşya ve maketlerin sergilendiği salonu ingilizce bilen rehberimiz eşliğinde gezdik. japonlar pek fazla ingilizce bilmiyorlar bu arada. okuldakilerin çoğu kendi çabasıyla öğrenmişler. ingiliz dili ve edebiyatı 4. sınıf öğrencilerinin bile söylemeye dilim varmıyor amma ingilizceleri fena. hocalar da fena. hele ki her hangi bir yerde bir şeyler alacaksanız işiniz cidden çok zor. siz ingilizce konuşuyorsunuz. onlar ısrarla japonca bir sürü şey söylüyorlar. hayır, ben ingilizceme kötü derdim, meğer benim ingilizcem gayet de süpersonik derecede iyiymiş.

bu arada geçen hafta kızların acayip kıyafetlerinden bahsetmiştim ya, sanırım onun nedeninin bir kısmını çözdüm. yağmura karşı bir çözüm olarak o kısacık şortları ve plastik terlikler ile topukluları giyiyorlar. yağmur ile güneşin dayanılmaz olduğu japonyada en önemli aksesuar tabiki de şemsiyeler. her türlü, çok ilginç ve herkeste çeşit çeşit yağmur ve güneş olarak ayrılan şemsiyeler bulunmakta. mekanlara girerken de şemsiyelerinizi koymanız için yerler ya da ıslak şemsiyeler için şemsiye poşetleri tasarlanmış. bir de üç haftadır o kadar mekan geziyoruz; sergi olsun, müze olsun, alış veriş merkezi olsun daha bir kere bile güvenlik dedektöründen geçmedik, çantalarımızı geçirmedik. böyle de güvenilir bir yer burası. yalnız tuvaletlerde sıkıntı var. tamam gayet teknolojik. istenmeyen seslere çözüm sunmuşlar, klozeti ısıtmışlar, sıcak suyu, kurutması, hatta klozeti temizlemek için ayrıca bir sabun bile mevcut amma; ellerinizi yıkadığınız sabunlar sabun değil. bulaşık suyu kıvamında acayip bir su. ayrıca şimdiye kadar sadece bir ya da iki tuvalette el kurutma aparatı gördüm. bir tanesinde de peçete vardı gözlerim doldu. şöyle ki bu japonlar yanlarında küçük küçük havlular taşıyorlar ve ellerini yıkadıktan sonra, yağmurda ıslanınca, terleyince çıkartıyorlar bir güzel. biz de bakıyoruz kendilerine ıslak ellerimizi sürüyoruz üstümüze. zaten tuvalet kağıtları da bi acayip. fazla inceler sanki. sanki değil, evet çok inceler. ıslak ellerinizi kurulamak için koparmaya çalıştığınızda her yerinize yapışıp dağılıyorlar ayrıyeten.

geçen hafta bilgisayar odasında kim ailesiyle konuştuysa hepsi şu minnacık karpuzdan bahsetti. bi karpuz getirdiler, bu kadaaaar diyerek herkes elleriyle üçgen yapıp webcamle gösterdi karşısındakine. amman bi şey olmasın bu hafta yemekler gayet güzeldi. umarım böyle devam eder. zaten pirince de alıştık. pirinç bu arada, pilav değil. ayrıca kimsenin sevmediği kahvaltı için gelen ton balıklı şeyi sadece ayşegül, evet o yemekleri hiç yemeyen ayşegül, işte o sevdi. artık herkesinkini o yiyecek.

peki diğerleri ne mi yaptı? hemen anlatıyorum. büşra sınıftaki bütün kızlara, yukatan var mı, eğer varsa getir, bi de makyaj yap, ben senin fotoğrafını çekip deviantartıma koyayım diye anlattı da anlattı. gökçe bütün akşamlarını yatağa gömülüp dizi izleyerek geçiriyor. nazlı sonunda perşembe günü havuza gidebildi, ayrıca projeye gösterdiği çalışma aşkı ve eskizleriyle gözde öğrenci konumuna yükselerek murat hoca tarafından elması kızartıldı. irem mantıyı çıkarmayacak anlaşıldı. ancak kendisi küçük bir makarna salatası krizi yaşadı. kendisine söz önümüzdeki hafta yapacağım. elif bütün hafta hüseyinin makedonyaya gitmesinden bahsetti. gözde ilk hafta bi japon bebeğe dokunarak teninin sert olduğunu hayal kırıklığıyla bildirmişti. artık sürekli japon bebeklere dokunarak onların tenlerinin sert olup olmadığını kontrol ediyor. sinem hoca gittiğimiz her yerde fotoğraf için poz veriyor. murat hoca da her akşam kapatmayı unuttuğumuz mutfak perdesini kapatıyor. ben iyileştim gibi. sürekli etrafı düzeltiyorum. hatta geçenlerde bütün yurdu süpürüp temizledim. bi de her gün markete gidip 40 dakika kadar abur cubur reyonuna bakıyorum. bi gün olmasa da bi gün tutturuyorum iyi bir şeyler. ayrıca sınıftaki kızların söylediği her şeyi tekrarlayıp kendilerini çıldırtıyorum. aradan seçtiğim kelimelerle az buçuk anlıyorum kendilerini ve artık benden 'japonca bildiğim düşüncesi'ne kapılarak yanımda konuşmaya hafiften çekiniyorlar. bi de iki tanesini türklere benzettim çok fazla sevindiler. zaten onlara pazartesi için bir türk gecesi hazırlandı. pazar gecesi saat 23.00de kobeden döndükten sonra mevcut geceye türk yemekleri hazırlamak için toplandık mutfakta. biber dolma, zeytinyağlı fasülye, börülce, poğaça, un helvası gibisinden yemekleri yapmaya koyulduk hep bir elden. ertesi gün jürisi olan biz 4ler bi yandan çizimleri bir yandan yemekleri yetiştirme telaşındaydık. peki sonra ne mi oldu? gelecek hafta=)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder