20 haziran pazar günü saat 19.30 da çıktık istanbuldan. gece türkiye saatiyle 00.30 (dubai saatiyle 01.30)da dubaiye vardık. bi kaç saat hava alanında bekledikten sonra dubai saatiyle 03.30da yolculuğumuza devam ettik. emirates'in süpersonik hizmeti yemeklerden özellikle o profiterolden çok da memnun kalmasak da güzel güzel uyumayı, önümüzdeki ekranlarda oyunla, filmle, ya da bence en başarılısı olan uçuşu ve uçuş rotası takibi göstergesiyle gayet de iyi oyalandık. uzun süren yolculuğun sonunda (evet 12saat kadar) nihayet saat. 19.30da japonyadaydık (türkiye saatiyle 13.30). 'hocam sanki bu hava alanında bi koku var?', 'ehem o koku japonyada var.' diyalogundan da anlaşıldığı üzere uzak diyarlarda acayip bir kokuyla kalacağımız yerin yollarına düştük.
evet artık 'ev'deydik. her biri küçük birer ev işlevi olan odalarımıza çıktık. neredeyse hiç eşya yoktu. amma işte koku, bi şey kokuyordu burası. odalardaki tatamiler, yastıklardan, çarşaflardan, yorganlardan, girişteki ayakkabılıktan, her şeyden sanki geliyordu bu koku. yurt hakkında miki sandan bilgi aldık. içeri giriş çıkışlar için parmak izimiz alındı ve çöp eğitimi verildi. kartonlar ayrı, plastik şişeler ayrı, şişelerin kapakları ayrı, ayrı da ayrıydı. hala alışamadık şu çöp ayırma işine. ayırıyoruz amma neyi nereye atacağımız konusunda büyük sorunlar yaşıyoruz. ilk market alış verişimizi yaptık ve akşam yemeğimizi yedik. yemekler, yemekler sanki kokuyordu.
ve okuldaki ilk günümüz olan salı başladı. sunumlarımızı hazırladık ve düştük okul yollarına. hayır, burası gerçek olamazdı. bi kere inanılmaz sessiz, sakin ve temiz bi yerdeydik. on dakikalık bir yürüyüşün ardından vardık okula. tuğla ve brüt betonun birleştiği yemyeyeşil bir bahçenin içerisindeydi. hepimiz ağzımız açık bir şekilde okulu inceliyorduk. sıra sunum vaktine geldi. salona gittiğimizde içerde bir sürü öğrenci, büyük bir perde, mikrofon ve öğretmenler bizi bekliyordu. bi an afalladık ve fazla heyecanlandık, amma her şeye rağmen başarıyla atlattık sevgili sunumlarımızı. sonra da gittik ilk derslerimize. 3ler projeye, 4ler ikebanaya.
çarşamba bizim boş günümüz ve ilk tatilimiz olduğu için kyotoya oradan da osaka merkeze gittik. elifsanın doğum günü şerefine tüm gün yürüyüp yorulmamıza rağmen güne devam ettik ve dönme dolaba bindik. ordan da sushi bara gittik biramızı elifsanın şerefine kaldırarak dönen yemeklerden burnumuza kadar yedik yedik. boş tabaklarımız güzel güzel üst üste koyduk. tabak rengine göre hesap yapmaya çalışırken gelen garson abla elindeki elektronik bi cihazla tabakları üçe böldü, ona bi de bira için gelen tabakları ekledi, dı dıııııtt yaptıktan sonra sol tarafından adisyonu hoop çıkarıverdi. evet japonyadaydık her ne kadar yerde yatsak da.
sevgili perşembe biz 4ler ilk proje dersimize, 3ler de ilk ikebana derslerine gittiler. önce ders dinlemek için alt katta sınıfta toplandık. çeşitli anlatılardan sonra sözü sayın dekan aldı. bir ara slaytları gösterirken 'sanki bu resim biraz karanlık' demesiyle iki tane hoca koşturdular birer düğmeye bastılar ve bi anda ışıklar kapandı, arkadaki güneş perdeleri aynı anda aşağı inivermez mi? neyse yorum yapmıyorum ordan çıktık stüdyomuza. yalnız bu japonlar türkçe biliyorlar. üşenmemişler çalışmışlar, 'merhabaaa' diye karşıladılar bizi. stüdyo şaka gibiydi. çift ekranlı bilgisayarlarımız, kişisel masalarımız, biraz fazla kocaman sandalyemiz falan. amma bilgisayarlarda hala windows xp, office 2003, photoshop cs2 yüklü olması ironikti. zaten yerde de yatıyorduk. sonra başladık maketlere. 'nasıl ya bu spreyle kağıtları kartonlara yapıştırıyoruz, sonra kartonu kesiyoruz, üzerinden kağıdı geri çıkardığımızda hiç bir iz kalmıyor mu?' evet kalmıyordu. kızlar gayet sıcaklardı, zaten geçen senekilerden dolayı biraz daha rahat davranıyorlardı ve çok yardımseverlerdi. kalem, cetvel, falçata ne varsa verdiler bize. cuma günü maketlere devam ederken çevre binalar için strafor kesmemiz gerekiyordu. evet bunun da makinesi var. ısıtılmış bir tel eşliğinde gayet düzgün düzgün kesiliyor sevgili binalar. hem pratik, hem temiz. sanırım dönünce ben de bu makineden alacağım. neyse sonra yanımdaki kıza baktım bi ara arazi maketinde olmayan binaları yapıyor. neden bunları yapıyorsun, diye sordum, sormaz olaydım. siz siz olun bir japona neden ve ne soruları sormayın. kız bi süre yüzüme baktı. sonra diğer kıza sordu. o başkalarına sordu. sonra diğerleri geldi. beraber bi konuştular. üstüne hocalarını çağırdılar. bi süre onunla tartıştılar. hoca ingilizceye çevirdi bazı kısımları ve en sonunda bana 'bina yüksekliklerini mi istiyorsun?' diye bir soru yönelttiler. bu arada kıza, sen yapmışsın peki neden, diyorum. yok, cevap yok. neyse, dedim, evet verin bana da yükseklikleri siz de ben de kurtulalım. hemen buldular bilgisayardan, yazıcılar da sınıfta olduğundan bu sorunu da böylece çözdük. ha bu arada nedenmiş söyleyeyim ben: uzakta da olsalar bu yapıların yükseklikleri ve büyüklüklerin oluşturduğu dokuyu kavrayabilmek içinmiş her şey.
o değil de ilk bi kaç gün yiyebildik yemekleri de daha sonra kopmaya başladık. ya aslında güzel sayılırlar amma ya alışamadık her gün olmasına, ya da çabuk bıktık. bi de sanki biraz küçük burada porsiyonlar? hele bi karpuz dilimimiz vardı ki kıyamadık yemeğe. gerçi baya lezzetleydi amma cidden kıyamayıp ertesi güne bırakanların karpuzlarını götürdükleri için yiyemeyenler adına daha fazla konuşmamak lazım. karpuzdan sonra da bi mısır krizi yaşadık bugün. resmen haşlanmış mısırı utanmamış 3e bölmüşler. zaten çok tatlıydı. ı ıı, olmamış, yiyemedim, benim damak zevkime göre değil. hele sabah kahvaltısı için bırakılan o güzel görünümlü keki sanırım pişirmeyi unuttular. şöyle ki en büyük eksiklik bana göre buradaki 'tatlısızlık' bu kadar 'tatlı' insanın içinde. ayrıca burda iremsanı unutmamak lazım. belirli aralıklarla çıkardığı kek, sarma, katmer olsun bizi bizden alıyor. bakalım o bavuldan daha neler çıkacak. 'irem senden kesin sarma çıkacak' dedikten 3 gün sonra pat diye çıkardı ya o sarmayı, evet şimdi mantı bekliyorum, vallaha yok diyor amma inanmıyorum kendisine.
cumartesi günü okulun gezi günleri. sabah 09.00da kalkıyoruz dediler ve kalktılar. bizi yağan yağmurla beraber proje için çalışacağımız adaya götürdüler. pasifik okyanusundaydık. ve çok güzel 'big fish'ler vardı denizde. amma çok yağmur yağıyordu. ayaklarımız fazlasıyla ıslandı. hiç biri de itiraz etmiyor, herkes hayatından mutlu falan otobüse bindik konumuzla ilgili olarak nehir yerleşimi örneği görmeye gittik. yok burası gerçek olamazdı artık. bu kadar da değil. kayıklarla iki tarafı geleneksel japon yapılarının olduğu yeşilin içinde tur attık. tek sorun o bizi hiç bir yerde bırakmayan hoparlördü. yol boyunca ince sesli kadın (sanıyoruz ki asansörde sürekli konuşanla aynı kadın) anlattı da anlattı. yalnız sevgili yağmurdan o kadar ıslandık ki evet ben hala hastayım. burnum akıyor, öksürüyorum ve 2şer 2şer hapşırıyorum.
dün yani pazar, osaka merkezde önce dünyanın en büyük dönme dolabına bindik. ben büşraya küstüm. bi oturtmadı beni. sağda oturuyorum üstüme yatıyor, sola geçiyorum bi kafanı eğ diyor, tepeme çıktı hep fotoğraf çekerken. en son dedim, al tamam sen otur bütün yerde, geçtin karşı tarafa ayşegülle nazlının yanına. burda da rahat yok ki, yine çıktı tepeme. işin şakası, tuzu biberi tabi bunlar, amma büşrasan öyle böyle değil cidden iyi fotoğraf çekiyor. bi de büşrasanın makinesiyle çekelim... sonra da akvaryum müzesine gittik. koccaman ve küççücük çeşit çeşit bissürü balık, penguen, canlı bulunmaktaydı. yukarıdan başlayıp aşağı doğru rampayla inerek ilerliyorduk müzede ve ilerledikçe okyanusun içine dalıyorduk sanki. 'lütfen ellerinizi yıkayın diyor nazlısan, sen yıkayacak mısın?', 'yok ya ne yıkaması', 'amma yıkayınca balıklara dokunabiliyo-' 'hemen yıkayalım o zaman'. evet vıcık jöle kıvamı ile tırtırlı iki tipi sevdik baya. buradan da imax sinemasına gittik. öyle bir perde yok. izledik 3d national geographic hubble teleskobu belgeselimizi. ya da uyuduk güzel güzel laf aramızda. günün sonuna doğru ahtapotlu bir japon yemeği ardından güzel bir caddede bir kaç saat yürüyüş yaptık. evet kaldığımız yerin sessizliği gayet güzel amma yok ben şehir insanıymışım, bunu tekrar anladım.
tüm bunlar dışında hepimiz birer bisiklet aldık. herkesinki gri benimkisi mavi. okula falan bisikletle gidiyoruz. nazlısan da kastı öğrendi bisiklete binmeyi, yağmur demiyor, sıcak demiyor, sürekli çalışıyor.
bir de akşam sohbetlerimiz ki gökçenin anlatılmaz yorumlarıyla bizi kıran geçiren, çaylarımız, enfes kokan türk kahvemiz, mükemmel ötesi gül lokumumuz (tabi sinem hoca bitirmediyse) ve toplanma mekanımız internet odamız var. eternet kablolarına dolana dolana aile, arkadaş vs. kim varsa ulaşma çalışıyoruz 6 saat zaman farkını göze alarak. bi tane kablomuz yan odaya uzanabiliyor ve gözdesan bi anda başka bi kişiliğe bürüneek kıbrıs şivesiyle ailesiyle konuşmaya başlıyor.
şimdilik her şey yolunda. sanki aylardır burada gibiyiz. artık kokmuyor sanki burası ya da benim burnum tıkalı olduğundan ben duymuyorum kokuyu. bu geçen bir haftanın sonunda kısaca özetlemek gerekirse, japonya kesinlikle tecrübe edilmesi gereken bir ülke, özellikle de yanınızda burada uzun süre yaşamış ve burayı, bu kültürü iyi tanıyan murat hoca varsa. benim hayalini kurduğum ütopik dünyam meğer varmış, orası burasıymış. insanların birbirlerine, yemeğe, doğaya, binalara, hatta çöplere bile saygıları var. yüzlerinde sürekli bir gülümse ile hayata bağlıyorlar sizi. takım elbisesi, topuklu ayakkabısıyla işe; okula; her yere bisikletleriyle gidiyor insanlar. 50 yıllık, 100 yıllık binalar sanki daha dün yapılmış gibi. teknolojik açıdan fazlasıyla ilerdeler amma asimile olmamışlar. geleneklerini korumuşlar ve teknolojiyi ona sindirmişler. bilmem kaç tane fonksiyona sahip tuvaletleri var. yurda parmak izi ve şifreyle giriyoruz, her odada klima var, dünyanın en hızlı internet ağına sahip olmalarına rağmen kabloyla nete bağlanıyoruz, 900lerle 15 dakikada film indiriyoruz bi yandan, youtubeda videoyu açıyor hemen izliyoruz, amma amma işte sonra da yerde yatıyoruz.